B

ir kuşağı “yanlışlıkla” uykusundan uyandırmanın bedeli iki taraflı ilerliyordu: Bir kısım, enselerini kaşıyarak bu veletten bir an önce kurtulmanın planlarını yaparken, öteki bir kısım kendisini tanrılaştırarak her konuda bir açıklama bekliyordu. Başladığı noktadan itibaren, sadece üç sene içinde beş albüm çıkarmak, insanların açıkça konuşamadığı konular hakkında söz yazmak ve basın mensuplarına “Peki siz ne düşünüyorsunuz?” deyip müzisyenlerin aslında o kadar da tanrısallaştırılmaması gerektiğini söyleyen Bob Dylan, hala herkes adına sözcü olup aynı zamanda kimse adına ilerlemenin sıkıntısını çekti hayatı boyunca.

1965, Newport Folk Festivali: Düzenlendiği tarihten beri Joan Baez’le sahneye “Blowin’ In The Wind” gibi savaş karşıtı parçalarla çıkan Bob Dylan’ın o sene küçük bir sürprizi vardı. Simsiyah güneş gözlükleri takılıydı. Seyircilerle doğrudan bir göz teması kuramaması savaş karşıtı bir gencin yapacağı bir şey miydi? Sonra bir kaç eleman daha çıktı sahneye. Bu adamlar kimdi? Neden hepsi 18. yüzyıldan kalma alafrangalarla sahnedeydi? Her şeyden öte, Joan Baez neredeydi? Sahnede fark edilmeye başlanan elektrik kabloları neden vardı? Hoparlör. Elektronik gitar. Sonuç: Konseri terk eden hayranlar, sahneye atılan domatesler ve baltasıyla elektrik kablosunu kesmeye çalışan “savaş karşıtı” festival düzenleyicisi.

Bob Dylan

Festival sahibi elektrik kablolarını kesmek istedi. Nasıl istemesin ki? Düzenli olarak dört senedir Marthin Luther King konuşmalarına katılan Bob Dylan’ın rock ‘n roll gibi saçma bir şeyle uğraşması olası bir şey miydi? Rock ‘n roll piyasa müziğiydi. Elektronik gitarın sesi kötüydü ve beraberinde getirdiği hayat şeytanın işiydi. Folk müzik anlayıştı, barıştı, sakinlikti. Şeytan olan, Rock müzikti. Bob Dylan yoluna devam etti. Şeytanı istedi.

Bob Dylan’a duyulan hayal kırıklığı ve nefret kariyerinin en iyi zamanı 1966 senesinde tavan yaptı. Londra’da verdiği konserde seyircilerin “Judas!” (hain) diye hitap etmesi, şarkı aralarında yuhalamaları ve “Gerçek Bob’u istiyoruz” diye ritim tutmaları bir süre sonra hayatı boyunca her konuda yapıldığı gibi üzerinde durulmayan bir şey olarak kaldı ve tebessümle “Bob Dylan işte” gülüşmeleriyle toz oldu.

1965 yazında çıkardığı altıncı stüdyo albümü “Highway 61 Revisited“, Bob Dylan’ın ilk defa bir grupla “tam kadro elektrik müzik” çalarak seyirciyi küstürmesiyle devam etti. The Paul Butterfield Blues Band gitaristi Michael Bloomfield ile kolları sıvayıp yanlarına Al Kooper’ı da almaları, her şeyi daha heyecanlı yaptı. Piyano ya da org ile alakası olmayan Al Kooper’ın deneme amaçlı çalmaya başlaması ile Bob Dylan’ın önceki hafta resmen kâğıda “yirmi sayfa kelime kusmasıyla” kabaran paylayışı ile birleşir. Albümün ilk parçası “Like A Rolling Stone”, uzun lafın kısası, “How Does It Feel?” demesiyle, bir yandan folk kesimini daha da sinirlendiren Bob Dylan, diğer yandan parçayı dinlemeden de edemeyen bir ikilemin parçası haline gelir. Hem Kerouac’ın evden uzakta, bilinmeyen bir yere ilerleyen ve bir Amerika ütopyası arayan, hem de “elektrik müziğin” tahrik edici yoluna sokan ve her şeyden öte, sözlerindeki “vurucu” ifadelerin yüksek sesle söylenmesi, Bob Dylan’ın Joan Baez ile geçirdiği “cici” dönemin çoktan bittiğine işaret eder.

Bob Dylan

İlerleyen dönemlerde, Bob Dylan’ın sürreal betimlemeleri artar. 71’de yayımlanan “Tarantula” kitabında görüldüğü gibi, nesneleri ve kavramları birbirine sokar. “The sun’s not yellow, it’s chicken” anlatımı, albümün ikinci parçası “Tombstone Blues”ta fark edilir. Blues ve folk öğeleri hep vardır, olmaya da devam edecektir, ama hep elektro gitarın şeytani üflemesiyle birliktedir.

Hangi Bob Dylan’ı seviyoruz ve görmek istiyoruz? Onu Nobel Edebiyat Ödülü’nde sözü edilen yeni şiirsel anlatımıyla “bir kuşağın sözcüsü” olarak mı görmeliyiz? Yoksa bir güneş gözlüğüyle motoruna binip ruhu göçebe yaşayan biri olarak mı? Bir seçim yapmak zorunda değilsiniz. Bob Dylan dinlemenin ve takip etmenin zevkli kısmı da burada başlıyor: Hayatının hangi dönemini karıştırırsanız karıştırın, kendisi hakkında farklı şeyler okuyup dinleyeceksiniz. Parçalarındaki vurdumduymazlık ve evrensellik belki de dönemin içinde bulunan muğlâk havayla açıklansa da, günümüze rahatça dokunabilen eleştirileri de hala sıcaklığını koruyor.

Bob Dylan bu günlerde Nobel Komitesine kapısını bilinmeyen nedenlerden ötürü hala açmıyor. Kafalarda şöyle bir soru: “ Knock knock knocking on Dylan’s door…”