Albüm puanı: 8.5 / 10

Çıkış tarihi: 18 Mart 2014
Label: Secretly Records

Favori şarkılar:

1- Under The Pressure
2- An Ocean In Between The Waves
3- Red Eyes

 

İnsanı etkin kılan, kafasında yarattığı o uçsuz bucaksız düşünceler dehlizinde, bir sağa bir sola savrulup da çıkış noktasını yine de bir şekilde bulabilmesi midir? Varsa yoksa hüzün ve mutluluk. Bu iki basit duygu içinde debelenip dururken hiç beklemediğin yerden gelir yardım. Müziği tanımlamak güç. Güzel müziği tanımlamak ise hepten zor. The War On Drugs bu noktada öyle bir şey yaptı ki; kaybolmanın, başı boşluğun o dayanılmaz hafifliğini iliklerimize kadar hissetmemizi sağladı.

Lost In The Dream‘ 2014’ün Mart ayında yayınlanmasından itibaren küçük çaplı bir infial yarattı. Adam Granduciel’in başrolünde olduğu bu kısa hikayenin kahramanları yere göğe sığdırılamaz oldu. Karanlık atmosferine aldanış bir yana, minimalist ritmlerle bezeli uzun gitar sololarıyla yoğurulmuş, aslında pek renkli bir hikaye bu. Springsteen ile başlayan, Dire Straits’e, oradan da Joy Division’a kadar uzanan bir yolculuğun haritası adeta. Ve bu yolculuğa startı veren ‘Under The Pressure‘ ile zihinler metamorfoz evresine geçişin ilk sinyallerini almaya başlamıştı. Yaklaşık 9 dakika boyunca Granduciel’in vokali ve pek bir naif akan gitar riff’leri ab-ı hayat rolünü layığıyla üstlenmişti çoktan.

Peşisıra gelen ‘Red Eyes‘ ise tempoyu hiç düşürmeden gidilmesi gereken en uzak noktayı işaret etmiş, bunu yaparken de yolda karşılaşılacaklara dair önemli ipuçları vermişti. ‘Suffering‘ ise ağır aksak ilerleyen, mütevazı ve net tavırları olan bir karakterin iç dünyasını baz alarak derdini anlatma telaşesi içindeydi. Melankolik yapısına rağmen hiç de sıkmıyordu üstelik. Benzer duygulardan beslenen ‘An Ocean In Between The Waves‘ ise Ian Curtis’e olan özlemi tekrar gün yüzüne çıkaran, gittikçe yükselen temposuyla ve tabii ki yine yeniden dünyevi olmayan gitar sololarıyla, insanı olduğu yerde sağa sola sallama isteğiyle yakıp tutuşturan bir diğer Lost In the Dream hazinesiydi.

Harmonikadan doğmuş bir Dissappearing, düzenli davul ritmleriyle insanı sınırlarının dışına çeken bir sinsi içses gibi yankılanırken ‘Eyes To Wind‘ yardıma koşuyor ve bize nihai hedefi hatırlatıyordu. Çok geçmemişken beşeri duyguların karman çorman olmasını fırsat bilen bir senfoni yankılanıyor, ‘The Haunting Idle’da vücut buluyor fakat ‘Burning‘ derhal imdada yetişiyordu. Sytnh desteğiyle kulaklarda oluşturduğu hezeyanın etkisinden henüz çıkamamışken hikayemizin isim babası Lost In The Dream karşımıza çıkıyor, sıcaklığıyla çabucak kendini sevdiriyordu. Yolun sonuna gelindiğinde ise ‘In Reverse‘ bizleri karşılıyor ve sadeliğiyle göz kamaştırıyordu. Ziyasediyle tatmin edici bir son olabilirdi bu…

Kısacası Lost In The Dream, unutulan bir takım duyguların yeniden gün yüzüne çıkması gibi; başlangıçta endişe verici, içine girdikçe çekimine kapılınan bir güç, bir haz olgusu hüviyetinde hayatımıza girmiş bulunuyordu.