2 sene önce bugünlerde hayatımın en önemli anlarını yaşıyordum. Tutkudan yoksun, sanal, tüketmek üzerine yaşadığım gençliğimde eksik olan bir çok şey vardı ve sanki hepsini orada buldum. Epik kelimesi, yaşadıklarımı çok güzel tanımlıyor. O ana kadar sadece bilgisayar oyunlarında aldığım bu duyguyu kendi bedenimle içinde bulunduğum bir ortamda, yalnız olduğumu düşündüğüm bu ülkede milyonlarla birlikte yaşadım.
Bu post; yazı, görsel ve işitsel her anlamda size o epik hisleri hatırlatmayı amaçlıyor. Çok ta politik işlere girip tekrara düşmeden, o günlerin özetini geçmektir niyetim, videolarda o günlerin en önemli anlarından seçildi.
Bu yazı, geziyi, size olduğu kadar kendime de özetlemem için önemli. Gerçekten ne oldu da ülke tarihinin en önemli olaylarından birini yaşadık? Neler hissettik? Ne yaptık?
Not: Müzikli şeyler mixcloud üzerinden hazırlanmıştır. Bilginize
Skeptic Series #6 That Was Fucking Epic by Skeptic Art on Mixcloud
Skeptic Series #6 That Was Fucking Epic Tracklist
Side A
1- Cinematic Orchestra – To Build a home
2- Groove Armada – Edge Hill
3- Radiohead – You and Whose Army
4- Bedrich Smetana – Moldau River
5- Yeong-wook Jo – Cries and Whispers
6- Berliner philarmoniker – In the Hall of the Mountain King
7- Çarşı – Biber Gazı Holey
Side B
1- Fingathing – Once upon a Time in the east
2- Fingathing – You Fly Me
3- Bonobo – The Plug (Quantic Mix)
4- Fingathing – The Chase
5- Gorillaz – Dirty Harry
6- Fenerbahçe Tribün – Ali İsmail Korkmaz
2010 lardan sonra Türkiye’de yaşayan her modern insan üzerinde bir baskı hissediyordu. Yaşadığımız ülkenin gidişatında zerre söz hakkımız olmadığını hissediyorduk. Hatırlarım beşiktaştaki kadıköy iskelesi, otelin birine peşkeş çekilmeye çalışırken karnıma ağrı girmiş, sinirden kuduz olmuştum. Daha birkaç gün geçmişti ki geziye ilk kepçe girdi. Kırmızılı kadının suratına biber gazı sıkıp yanındaki punk’a aduket çeken polis videosu viral oldu. Herkes şok olmuş, kurtlar vadisi izleyen yurdum genci gibi kurulmuş duvarları yumrukluyordu. Fakat biz direnmekten, karşı koymaktan anlamayan, bireyci, kendini toplumdan soyutlamış, götünün derdini düşünen gençlerdik ve ne yapmamız gerektiğini bilmiyorduk. Tepki refleksimiz yoktu ve evde rakı sofrasında dünyayı kurtarıyorduk. Derken Taksim dayanışması herkesi gezi parkına çağırarak fitili ateşledi. Jargonları; sovyet kırmızısı, çekiçli oraklı, ideolojik gözükmüyordu. İstanbul’un en merkezi, en beton bölgesindeki son yeşil alanın, alışveriş merkezine dönüştürülmesine karşı çıkan 3-5 çevreci, vatan sevdalısı insana uçan tekmelerle girilmesi, sabahın köründe çadırlarının yakılması bizleri deliye döndürmüştü.
31 Mayıs günü akşamüstü, örgütlülükten zerre haberi olmayan bizler(bu bizi ileride açacağım) kendimizi taksimde bulduk. Hiçbirimiz hayatımız boyunca böyle birşey görmemiştik. Taksim meydana çıkan bütün yollar yüzbini bulan kızgın bir kalabalıkla dolmuş, gözü dönmüş halk inanılmaz bir gürültüyle taksime girmeye çalışıyordu. Şimdi hepimizin uzmanı olduğu talcid, gözlük, baret kombinasyonlarını 5dk. da öğrendik. Taksim hiç bu kadar renkli olmamıştı. Kendimizi çok yakın görmediğimiz, nispeten radikal sol gruplar azınlıktaydı ama saygı görüyorlardı. Çünkü bu olan şeyi yıllarca tecrübe etmişlerdi. Eğer önlerde onlarla çarpışıyorsanız gelip size direk ekipman veriyorlardı. Bu mücadeleye yürekten inanıyorlardı. Sıraselviler nispeten daha kemalist, polise taş atmayı terörizmle bağdaştıran beyaz türklerle doluydu ve sizin de çatışmanıza karşı çıkıyordu. İstiklal’de sol örgütler ön safları tutmuştu ama meydandan tünele kadar olan alan binbir çeşit insanla doluydu. Tarlabaşı bulvarı ise eskinin teröristleri şimdinin azınlıkları kürtlerin elindeydi. Herkes kendine uyan alanda mücadelesini veriyor birbirini yoldaş görüyordu. Coşku o kadar fazlaydı ki elimiz ayağımız titriyor, en önde mücadele vermek için yarışıyor birbirimizi eziyorduk. Dayanışma inanılmaz bir boyuttaydı. Herkes yanındakini kolluyor yardım ediyordu. Talsidçiler belli köşelerde ilkyardım hizmeti veriyor, kimileri barikat kuruyor, kimileri taş atmayın diyordu ama herkesin gözünde birbirini koruma hissiyatını görüyorduk. Duyarlılıktan başımız dönüyordu. Yüzbinden fazla insan çok hücreli bir organizma gibi hareket ediyordu. Organizasyon sıfır olmasına rağmen olması gereken yerde, zamanda oluyordu herşey, başka bir tabirle herşey akıyordu. Bütün sloganlar hep bir ağızdan söyleniyor, ritm kaçmıyordu. herkes kendi ideolojisine uymayan sloganlara da destek veriyordu. Güvenlik güçlerinin gözündeki korku yüz metre uzaktan anlaşılıyordu. Hazırlıksız yakalanmışlardı. Geceye kadar hiç ilerleme olmadan çatışmalar sürdü. Artık herkes uyanışın farkındaydı. Bu olay bugün bitmeyecek ve uzayacaktı.
Saat 1 dolaylarında polis kalabalığın dağılmayacağını anlayıp atağa geçti. 2 toma, helikopter desteği, silahlarından lazer çıkan polisler istiklale daldılar. O kadar bilmiyordum ki o lazerleri görünce sniper zannedip yandaki saksının arkasına atladım. Tamam dedim iç savaş çıktı ateş ediyorlar artık. Ama yine de gitmiyorduk alandan. Gece ilerledikçe direnişçi sayısı azaldı ama bitmedi. Ara sokaklar karanlık, sessiz ve güvensizdi. Her an tek yakalanıp polis tarafından linç edilme korkusuyla direnmeye devam ettik.
Sabaha kadar mücadele veren polis merkezden gelen emirle çekilmeye başladı. O anı hiç unutamıyorum. Kıçını bize dönmüş bir toma taşkışladan aşağı kaçarken saniyede 50 taş yiyiyordu kafasına. Taşlar ona madden zarar vermiyordu ama yine de kaçıyordu. Topukları götlerine vura vura kaçıyordu hem de. Onlar da böylesini hiç görmemişlerdi. Sanki haklı olduğumuzu biliyor gibilerdi kaçarken. Çünkü biz herhangi bir örgüt değil, gerçekten halktık.
Kalabalık 1 haziran sabahı geziyi bastı. Hunharca parka akın ediyorduk. Histerik kahkahalarla parkı ağzına kadar doldurduk. O kadar haklıydık ki ne gerekiyorsa yapmaya hazırdık ama ne gerektiğini bilmiyorduk. İlk günün sonuna doğru az çok bilinçlenmiş olaylara yorum katar hale gelmiştik. Mesela biz kürt, solcu, atatürkçü değildik. Belki sekülerdik diyecektik ki devrimci müslümanlar çıktı sahneye. Çadırlar kurulmaya başladığında anladık ki biz bu coğrafyanın insanlarıyız, o kadar. Bildiğin halkız yani başka hiçbirşey değil. Belki muhafazakar değildik çünkü düzene karşı geliyorduk ama bu karşı olduğumuz muhafazakarlık, kafamızdaki dindar muhafazakarlık değildi. Biz sadece kendi dediğinden başkasını meşru görmeyen otoritenin muhafazasına karşıydık.
Zaferin sarhoşluğu sürerken sinirimiz geçmemişti. Gerçekten çok haklıydık ve bunu herkesin kabul etmesini istiyorduk. Bize ait olduğunu düşündüğümüz heryerin dikta sevdalılarından arındırılması gerekiyordu ve kontrolsüz kalabalıkla birlikte beşiktaşa hareket etmeye başladık. Bu arada gezi çadırlarla dolmaya devam ediyor ve atağa kalkmayan nispeten daha barışçıl kesim taksimin barikatlarını güçlendiriyordu. Taksim meydanda ters dönmüş parçalanmış polis arabaları ve otobüsleri göze çarpıyor olayların daramatikliğini yüzümüze vuruyordu. Gümüşsuyunda gördüğümüz 4-5 metre yüksekliğinde artarda 5 barikat ne kadarda güvende olduğumuzu hissettiriyordu bize. Beşiktaşa inerken işin ciddiyeti renk değiştirmişti. Şiddeti sadece counter strike oynarken görmüş binlerce özgürlükçü genç, mahşer yerine dönen dolmabahçe’de artık sloganları bırakmış, savaşı kazanmaya çalışan askerler gibi çarpışıyordu. Ağzı yüzü patlamış insan görmek normalleşmişti ve artık korku vermiyordu. Herşeye hazırdık. Bezm-i alem camii revire dönmüş kandan geçilmiyordu. Çarşı grubu dominanttı ve canını vermeye hazır olduğunu her hareketiyle gösterip güven tazeliyordu.
O sırada meşhur Poma ile birlikte Toma kovalanıyor gözlerden yaşlar, ağızlardan çığlıklar eksik olmuyordu. Ne oluyordu allaseniz? Ne yapıyorduk biz? Yoksa biz o yabancılaştığımız toplumla bütünleşmiş miydik? Halk denen şey bu muydu? Yalnız olduğumuzu düşündüğümüz bu ülkede, birbirinin aynı olmayan binlerce insan nasıl da canını siper ederek koruyordu diğerlerini?
Ayakta duramayacak hale geldiğimde koşa koşa eve gittim. Orada geçirmediğim her saniye bana vatan hainliği gibi geliyordu. Hemen geri dönmeliydim. Duş aldım ve kırılan telefonumu çöpe attım. Telefonumun kırıldığı ilk dakikadan beri yani 1 buçuk gündür sokaklarda yanlız mücadele ediyordum. Çünkü arkadaşa ihtiyacım yoktu, herkes yoldaşımdı. Herkes birbirine kardeşim diye sesleniyordu ve isimlerin önemi yoktu. İnternete bakmak anca aklıma gelmişti. Sosyal medyaya baktığımda gözyaşlarımı tutamadım. Daha direniş, gezi, isyan ya da herneyse adını koymadığımız şey olurken yalnız değildik! Bu olaydan başka birşey konuşulmuyordu! İnsanlar sokaklara dökülmüştü ve olay yurt çapına yayılmıştı. Herkes sokakların mahşer yerine döndüğünü söylüyor, zafer naraları atıyordu. Önce boğaziçi köprüsünün ve vapurların iptal olduğunu okudum ve boğazım düğümlendi. Sonra ise köprüden bu tarafa geçen binlerce insanı görünce gözyaşlarım sel oldu. Bu bir oyun değildi ve sonuna kadar oynamaya hazırdık.

photo by skepticart 02.06.2013
Geri döndüğümde kendimi akaretlerde buldum. Yine onbinlerce insan ölümüne oradaydı. Camlardan talcid, yemek, kova, gözlük yağıyordu. Bir yükseltiye çıkan genç “sizler bu dünyanın en güzel insanlarısınız, sizinle beraber direnmek onurdur” deyip gaz bulutuna daldı ve gözden kayboldu. Bu arada 3 saniyede bir revire yaralı geliyordu. Çatışan çatışıyor, bayılan arkaya talcidçilerin yanına taşınıyor tedavi görüyor arkadan taze savaşçılar geliyordu. Barikat hiç boş kalmıyordu. Hatta kalabalıktan çatışamıyor sıra bekliyorduk. Bende tabi delikanlıyım ya, defalarca içeri dalıp bayılıp dışarı taşındım. Organizasyon artık profesyonelleşmişti. Gözlerime talcid sıkıp sakin olmamı söyleyen medic kıza aşık oldum ama sakin olamadım. Gözlerinin içine 3 saniye bakıp koşa koşa barikata döndüm.
O gece direnişin bir savaş değil sembolik bi mücadele olduğunu anladığım ilk olay yaşandı. 4 metre yüksekliğindeki barikat bir dozerle 5 saniyede yerlebir edildi ve yüzlerce polis akaretlerden yukarı atağa geçti. Yıkılmaz denen barikat 3 saniyede yerlebir olmuştu ve gözümün önünde bir kişi gaz kapsülüyle vurulup yere yığıldı. Hala can havliyle kaçışan insanlar birbirini ezmiyor “yavaş yavaş” diye bağırıp izdihamı önlüyordu ama çok kayıp verdik. Polis tüm akaretleri 10 dakikada temizledi, onlarca gözaltı yaptı ve ara sokalara dağıldık. Yine heryer kan, yaralı ve gaz. O an aslında sembolik bir mücadele verdiğimizi ve polisin isterse herkesi öldürüp tüm meydanı alabileceğini ve fiziksel savaşın bir oyun olduğunu anladım. O andan itibaren savaşkanlığımı azaltıp barikat önünde polise ne kadar yanlış olduğunu çığıran duyarlı emekli amcaya doğru yavaş yavaş evrildim. Çünkü gerçekten demir yığını güvenlik güçleri isterse hepimizi öldürüp bu işi anında bitirebilirdi ama o kadar haklıydık ki bu gerçekleşemiyordu.
O gece geri döndüğümde hala bir hayali yaşıyordum ama gerçekleri görmeyecek kadar da kör değildim. Bu arada protestolar tüm ülkeye dağılmış hangi ilin daha dikta karşıtı olduğunu tanımaya başlamıştık. Mesela orada ne döndüğünden haberimiz olmadığı Malatya’da 5000 kişinin ana caddede yürüyüp hükümeti protesto ettiği haberini alınca olayın taksim hispterlarından kaynaklanmadığını, ciddi bir isyanın filizlendiğini anlamış oldum.
Ertesi gün geziye gittiğimde atmosfer inanılmazdı. Çarşı geziye görülmemiş bir karşılamayla geldi. Parkın fahri güvenlik gücü ilan edildi ve gövde gösterisini yaptı. Hakediyorlardı da bunu. Meydan ve park milyona yaklaşan insanla dolmuş, gürültüden, meşaleden inanılmaz bir kaos oluşmuştu. Coşku herhangi birimizin hayatı boyunca gördüğünün yanından bile geçemeyecek boyuttaydı ve doyasıya yaşanıyordu. Herkes şaşkına dönmüş, boğazı düğümlenmiş bir halde anı yaşıyordu.
Gezi parkında duyarlılık sınırı zorlanmaya devam ediyordu. Kütüphaneler, Lgbti çadırı, revirler, dans gösterileri gezinin rengine renk katıyordu. Kardeşliğin, barışın, dayanışmanın en güzel örneklerini gördük . Namaz kılanları, müslüman olmayanlar çember yaparak koruyordu. İnsanlar fazla yemeklerini sağa sola koyuyor, fazla sigaralarını bir barete koyup insanlarla paylaşıyordu. Gezi de bir adet kindergarden vardı! İnanabiliyor musunuz terörist yuvası addedilen bir mekanda küçük çocuklarınızı bırakabileceğiniz bir çocuk bahçesi vardı. Orası o an dünyanın en güvenli yeriydi. O çocuklar dünyanın en güvenli çocuk bahçesindeydiler. Onlara zarar vermek isteyen birinin önce o yüzbin kişiyi öldürmesi gerekiyordu çünkü. Bahsi geçen camiye işeme olayı yaşansa önce o yüzbin kişiden onay alınması gerekiyordu ki en ateisti bile buna izin vermezdi. Apo bayrakları duyarlı kişlerce öyle güzel eleştirildi ki en hödük adam bile hayır kardeşim ben bu bayrağı burada tutacam derken sesini yükseltmeden söyledi. Mustafa kemalin askerleri, buranın sivil direnişin en güzel örneği örneğini o kadar hızlı gördüler ki sesleri kendiliğinden azaldı, burası askerden bahsedilecek yer değildi. Tahminen çeyrek milyon insanın doluştuğu devasa bir alan, devletin güvenlik görevlilerince korunduğu iddia edilen heryerden bin kat daha güvenliydi.Bir yandan anı yaşarken bir yandan bu işin sonunu düşünüyor, akaretlerde olanların gerginliğini yaşıyordum. Zira herşey çok kötü bir yola gidebilirdi.
Sonraki günlerde ölüm haberleri almaya başladık. 20’li yaşlarında insanların ölüm haberleri gülümseyen suratları çatık kaşlara çevirmeye başlamıştı. Artık kutlama değil mücadeleydi olanların adı. Sloganlar barıştan değil, diktanın şeytanlığından dem vurmaya başlamıştı. Sinirden elimiz ayağımız titriyor ama zerre korkmuyorduk. Duyarlılık artmış, şiddet sevdası azalmaya başlamıştı. Taş atmaktan haz alan gençlik barikatın önlerine gidip polise ne kadar yanlış tarafta olduklarını haykıran bireysel çığırmalarla isyan etmeye başlamıştı. Bazı polislerden “kusura bakmayın yaptığınız eylem kanunsuz gitmek zorundasınız” dediklerini duyduğumu hatırlarım. O şeytan addettiğiniz adamlar hergün gezideki duyarlılığa şahit oldular. Oradaki kontrolsüz devasa topluluk içinde hiçbir taşı boşuna atmamaya çalışanlar aklı başındaki polislerin gözünden kaçmadı. Ne kadar inanmasanızda milletin ağzına sıkmaktan çekinen “ulan burada bir yanlışlık var” diyen onlarca polisle barikat arkasından tartıştım ben.
12 Haziran günü Gezi’ye müdahale olacağı söylentilerinin ardından anadolunun dört bir yanından gözünü kan bürümüş binlerce polis getirildi istanbul’a. Eminim merkezde “islam karşıtlarına karşı savaşmaya hazırmısınız” diye doldurulan, binlerce, karanlıkta döve döve kızdırılmış pitbull gibi hazırlanan yurdum insanı polisler, vali mutlu’nun “müdahele olamayacak” açıklaması ardından usulca akm önüne geldi. Biz de saf saf izledik içeri girişlerini ona inanarak. Tabi ki yalandı. 15 Haziran günü valinin annelere “evlatlarınızı taksimden alın” çağrısı üzerine yüzlerce anne meydana akın etti. Annelerin önümüzde oluşturduğu zincir gözyaşlarımızı son kez döktü. “Artık” dedim buraya da sıkmazlar o gazı! Değil mi? Anneleriyle gelmiş insanlarına ağzına burnuna sıkmazlar değil mi? Sıktılar. Hemde nasıl! O gün direniş boyunca yemediğim gazı yedim. 3 kere bayıldım. Hani övünüyor da değilim çünkü can havliyle kaçarken yerlerde bayılmış, ağzından köpük çıkan yaşlı insanları gördüm ve yardım edemeden kaçmaya çalıştım. Gezinin içinde sürüne sürüne kaçarken Star Wars’taki clone ordusu gibi içeri dalan güvenlik güçleri büyük bir haz alarak kutsal ilan ettiğimiz her rengi yere çalarken gülüyorlardı. Cennet düşmüştü. Dayak yiye yiye dağıldık. İnanamıyordum. Hayatımda gördüğüm en doğru sivil hareket medyada şeytanlaştırılmış ve halkın(!) desteğiyle terörist gösterilip dayak manyağı edilmişti.
Gezi ruhu denen şey benim için haksızlığa karşı dururken renklere saygı duymaktır. Sanırım bir toplumun ulaşabileceği en saygın duruş budur ve biz bunu dibine kadar yaşadık. Bu ruhu ilerleyen zamanlarda içimizde yaşamaya devam ettik. Duran adamla yaratılıcık ve pasif direnişin en güzel silah olduğunu gördük. Gerçekten bir duran adam bence onbin direnişçiyi yok edecek güçteydi ve tüm kanallarda izlenirken eminim çatışan gençlerden daha çok yankı yaptı. Fakat bir kere gözümüz dönmüştü ve gücetapan sistemin oyununa alet olmaya devam ettik.
En güzel örneklerinden birini, hükümetin facebook, twitter ve youtube’u kapatmasıyla sokakları dolduran binlerden gördüm. Tanık olduğum en sert direnişlerden biriydi ve son derece organik gerçekleşti. Doğru düzgün çağrı bile yapılmadı. Halk saçma sapan bi dikta kararına karşı sokaklara dökülme refleksini geliştirmişti ve oradaydı. Artık bu ülkenin kabuk değiştirdiğine inanmıştım ama olay medyada tam bir terörist saldırı olarak lanse ediliyordu.
Bu arada 14 yaşında direnişte hayatını kaybeden azınlık nüfustan bir “çocuk”un cenazesi için milyona varan bir kalabalık toplandı ve tüyleri diken diken eden, insan olduğumuzu kanıtlayan bir yürüyüş gerçekleştirildi. Ben ise bunun, duyarlı anadolu insanının dışavurumu olduğunu görüyor ve buruk bir şekilde gururlanıyordum. Biz gerçekten güzel insanlardık ve çocukların ölmesine tahammülümüz yoktu.
Sonuç olarak bu ülkenin 100 yıllık tarihinde en oturaklı sivil hareketinin baş kahramanı olduk ve ne kadar gurur duysak azdır. “Biz” i tanımlamanın zamanı geldiyse yapalım. Biz genel olarak gençleriz. En azından “gezi” denen kavramı yaratan 93-85 doğumlu, genelde üniversite öğrencisi gençler. Bizler devrimciler ve atatürkçülerden ideoloji “ödünç alan” ama özünde bireyci ve özgürlükçü gençleriz. Bu yüzden gezi, yıllardır süregelen sol menşeili eylemlerden çok daha mizahi, çok daha panayır havasındaydı. Bu gençler sayesinde Kemalistler, dindarlar ve devrimciler birbirlerine tahammül etmek zorunda kaldılar. Bu gençler sağduyuları sayesinde, toplumun çimentosu oldular. Aslında bizler ideolojik hareket etmiyoruz, sadece ve sadece haksızlığa ve baskıya karşıyız. Ama özgürlüğümüz için en az sizler kadar savaşabilecek dirayete de sahibiz.
Biz geziyi yarattık, gezi de içinde bulunduğu toplumu umursayan, bir şeylerin değişmesinde bireyin öneminin olduğunu savunan bu nesli yarattı. Sanal dünyalarımızdan çıkmamıza alan sağlayan, çevreci, farkındalık sahibi bir nesil yarattı. Duygusuzlukta sınır tanımayan 90 neslinin halkı için hüngür hüngür ağlayan duyarlı insanlara çevirdi. Gezi sonrası türkiyesi sizi tatmin etmiyorsa gidip bir köşede bayılıp ölmenizi rica edeceğim. Zira değişim öyle 2 günde olmuyor. Daha iyisi yapılana kadar en iyisi bu! Bugün açıklanan seçim sonuçları sizi tatmin edecekse o da gezi sayesindedir. Bu kadar beyaz türk’ün, azınlık partisine oy verecek olmasının sebebi başka ne olabilir? Tabi ki gezi de öğrendiğimiz dayanışma ve empati!
Korkmayın kardeşlerim, biz bu ülkede olabilecek en güzel şeyi yaptık, gerisi zaman istiyor ve bunu bekleyeceğiz. Siz darth vader’ımıza dua edin. Onun sayesinde birbirimizi tanıdık sevdik.
Buraya geçen sene yaptığım doğu esintili gezi mixsetini de ekleştiriyorum. Geziyi unutmayın ve geleceğe umutla bakın. Bizi çok ilginç günler bekliyor.