J
annis Noya Makrigiannis değişimin peşinden gitmeyi seven birisi. İlk grubu Lake Placid’den ayrıldıktan sonra, Choir of Young Believers ile solo sularda yüzmeye başladı, ama bu macera kısa sürede tek kişilik bir gösteri olmaktan çıkıp, farklı bir boyuta geçti – yanına Danimarka’dan birkaç arkadaşını daha alıp şehir şehir gezmeye başladı. Bu sürece sığdırdığı üç albüm, iki EP ve onlarca single’ın ardından tekrar yollarda ve bir sonraki durağı da, 5 Kasım Cumartesi akşamı Salon İKSV sahnesi olacak. Kendisini konserden hemen önce yakalayarak, Choir of Young Believers’ın öncesi ve sonrasından, arada yaşadığı duraksamalarından, albüm kayıt süreçlerinden ve hayalindeki talk show programının nasıl olduğundan konuştuk:
Lake Placid’den ayrılmanızın ardından, Choir of Young Believers’ın son albümü Grasque’a kadar olan süreçte müziğe ve dünyaya bakışınız nasıl değişti?
Geçtiğimiz son on senede elbette çok fazla şey değişti. Bir birey ve sanatçı olarak bir çok değişim yaşadım. Bunlardan en önemlisi de, eskiden istikrarlı olmak ve bildiğim sularda yüzmek üstünde duruyordum. Örneğin grubuma baktığımda, etrafımda hep aynı insanların olması çok önemliydi benim için. Şu sıralar değişim ve beraberinde getirdiği şeyler daha önemli benim için. Sanatsal bakımdan kendimi ifade edebilme yetimi daima geliştirmeyi istiyorum, gördüğüm değişimlerde pozitif taraflara eğilebilmeye çalışıyorum – kontrol edemediğim ya da istemediğim değişimler bile olsa.
Grasque’ta farklı ama bir o kadar da taze bir hissiyat var – renkli synthesizerlar, yankılar, sonbahar çağrışımlı ve duygusal yönü ağır basan sözler çıkıyor karşımıza – hatta bazıları da Yunanca. Bu değişiklik nasıl ortaya çıktı? Şimdiye kadar aldığınız yorumlar içinize sindi mi?
Aslında hepsi doğal bir gelişim süreci içinde ortaya çıktı diyebilirim – kendimde daima yeni bakış açıları ve fikirleri irdeleme ihtiyacı hissediyorum. İnsanlara aynı zamanda Choir of Young Believers’ın ilk albümden fazlası olduğunu da göstermek istiyorum – herkes bizi bu albümle tanımıştı sonuçta. Bu noktada Grasque’u yayınlamak harikaydı – bazı insanları yeni bir sound’la kendimizden uzaklaştırabileceğimizi de biliyordum, ama genele baktığımda aldığımız yorumlar gerçekten çok mutluluk vericiydi, canlı performanslarda seyircimizin gittikçe arttığını da görüyorum. Dürüst olmak gerekirse, her zamankinden daha iyi olduğumuzu hissediyorum – ki bu da yeni bir şeyi sunarken hissetmeniz gereken bir duygu sanırım.
Grasque’tan önceki albümünüz Rhine Gold’u çıkardıktan sonra, biraz tükenmiş hissettiğinizden söz ettiniz. Bunun ardından gelen toparlama süreci nasıl geçti?
Rhine Gold benim için ortaya çıkarması zor bir albüm oldu. Artık bir solo projeden çok, 6 bambaşka insandan oluşan bir grup vardı ortada, ve doğal olarak da bunun getirdiği bazı pozitif ve negatif sonuçlar oldu. Albümün çıkışının ardından da iki yıl boyunca sürekli olarak turnedeydik. Sanırım bu hepimizi yordu, ben de dahil olmak üzere. İlk albümümüz This Is for the White in Your Eyes’da bir çok şey yepyeniyken, o noktada yaptığımız her şeyde kendimizi tekrar etmeye başlamışız gibi hissediyordum, bu yüzden de gruptan uzaklaşmaya ihtiyaç duydum. Hiçbir şey yazmadığım uzun bir ara verdik – zor bir süreçti, ama ilham hissetmiyordum.
Sonrasında, Noel için hediye gelen bir kayıt cihazında yeni bir şeyler yapmaya başladım. Bu dönemde de, bizden Depeche Mode’un Avrupa turnesinde alt grup olarak çıkmamızı istediler. Grup fikri aslında ölmüştü, ama bu teklfii birden kabul ettim – ve o turne için tekrar bir araya geldik. Bir araya gelince de, elimdeki bazı yeni fikirler üstünde çalışmaya başladık ve bu hepimize iyi geldi. Turnenin bitiminde de prodüktörümüz Aske Zidore’la çalışmaya başladım ve bu yeni fikirler ve sound’lar daha da net biçimde şekillenmeye başladı – bunun sonucunda da Grasque ortaya çıktı.
Bazılarımız sizi ilk kez İskandinav yapımı dizi Bron/Broen’in açılışında kulağımıza çalınan “Hollow Talk” ile tanıdı. Bu nasıl oldu? Diziyi takip ediyor musunuz?
Biraz hızlı gelişti – şarkıyı kullanmak için izin istediler. Anlaşılan o ki, senaryoyu yazarken şarkıyı sık sık dinlemişler ve dizinin genel atmosferi de ondan etkilenmiş. Şarkıyı dizi için özel olarak yazdığımı düşünenler var, ama aslında böyle bir durum yok, öyle zannedilmesi de beni rahatsız etmiyor. Sanırım buradaki durum, aslında şarkı ve görsel dünyanın birbirine çok iyi bir şekilde uymasından kaynaklanıyor. İki tarafa da çok şey kattığını düşündüğüm bir çalışma oldu diyebilirim. Dünyanın dört bir yanından dinleyicilerimizin olmasının bir sebebi de bu.
Bu İstanbul’a ikinci gelişiniz – şehri nasıl buluyorsunuz ve geldiğinizde neler yapacaksınız?
Mayıs ayında bir festivalde çalmıştık ilk seferinde, bu kez de gerçekten iple çektiğimizi söyleyebilirim. İstanbul çok sevdiğim bir şehir, konserden sonra 4-5 gün burada kalıp, bir sonraki konser için gruba sonradan dahil olmayı planlıyorum. Şehirde fazlasıyla turistik şeyler yapmanın yanı sıra, biraz kalabalığa karışmak ve yeni şeyler yazmak gibi planlarım da var. Seyahat etmek bana her zaman ilham kaynağı oluyor.
“Keşke ben yazsaydım” dediğiniz bir şarkı var mı? Varsa hangisi?
Prince’ten “I Would Die 4 U”.
Eğer bir talk show sunuyor olsaydınız, adı ne olurdu? Ve ilk konuğunuz olarak kimi seçerdiniz?
Adını “Öbür Dünya” koyacağım bir program yapardım, ilk konuğum Prince olurdu – onu dünyamıza geri getirir, biraz daha kalmasını rica ederdim. Hepimizin hayatta biraz Prince’e ihtiyacı var.