Söze nereden başlasam bilmiyorum hatta tanımlamanın bile saçma olacağı kelimeler dökülebilir. 2002 yılında Superunknown albümünün kaset versiyonunu çok cüzi bir rakama alıp aylarca “Let Me Drown” ile beyin devrelerimi yaktığım günlerdeki hayalimdi onları kanlı canlı izlemek. Hayalin gerçeğe dönüşmesi bile şaka gibiydi nazarımda ama gerçek olmuştu.
Yola ilk olarak Chris Cornell, Hiro Yamamoto ve Kim Thayil üçlüsüyle çıkmıştı efsane. Belki de Seattle müzik camiasının kırılma noktalarından olan “Grunge” akımının ağababaları olarak addetmekten kaçınmayacağımız bu ekip başta grubu şekillendirmede zorluklar çekmiş olsa da kuruldukları günden beri en leziz, en içten, en öfkeli melodilerini üretmek için bu yola baş koymuşlardır.
Başlarda Chris Cornell davulun arkasında baget sallamakla ve vokallere hakim olmaya çalışırken bir çok eleman değişikliğinden sonra Skin Yard grubunun davulcusu Matt Cameron’ı kadroya dahil etmekle belki de kariyerlerinin en önemli hamlelerinden birini yapıyorlardı. Sıkı çalışmalarının sonunda debut albümleri “Ultramega OK” 1988 yılında yayınlayarak müzikal hayatlarına güzel bir başlangıç yaptılar. Gerçi Cornell bu albüm için “Büyük bir hata yapmıştık” dese de birçok kesim tarafından beğenilmişti. Albümü 70’lerin proto-punk, garage rock’ın Black Sabbath/Led Zeppelin eksenli sunumu olarak lanse edilmişti.
Albümün başarısıyla beraber daha büyük bir plak şirketiyle A&M Records ile anlaştıktan sonra çalışmalarına hiç ara vermeden devam eden grup, daha başarılı bir prodüksiyon işçiliğiyle ikinci albümleri ‘Louder Than Love‘ı 1989 Eylül’ünde bizlerle paylaştı. Grubun gitgide sertleşen müziği heavy metal akımına ilginç bir soluk getirdi. Albümün başarısından sonra çeşitli sebeplerden ötürü Yamamoto gruptan ayrılırken yerine Jason Everman geliyordu fakat Everman ile grubun kimyası tutmayınca kısa süre içerisinde yerini Ben Shepherd‘e bırakıyordu. Kadro sonunda şekillenince tüm hızlarıyla çalışmalarına devam eden grup 1991 yılında belki de kariyerlerinin en önemli parçası olan ve kendilerini en iyi şekilde ifade ettikleri hatta ve hatta politik duruşlarını, yaşamın sorunlarını öfkeli bir biçimde dile getirdikleri “Badmotorfinger” albümünü Ekim 1991’de yayınlayarak inanılmaz bir patlama gerçekleştiriyordu. Her biri birbirinden mükemmel şarkıları içeren ve grup üyelerinin adeta gövde gösterisi yaptığı bu albüm, unutulmayan şaheser albümler klasmanında rahatça kendine yer bulmayı başardı. Grup, “Jesus Christ Pose” ile rock müzikte yapılabilecek en sert, en öfkeli isyanı dile getirirken, “Face Pollution”da punk sevdalarını dile getirmekten çekinmeyen, “Slaves and Bulldozers” ile sistem eleştirisini en uçuk jargonla anlatan, “Outshined”daki umursamaz performansları, “Rusty Cage” ile belki de grubun en çok tanınan eserini ortaya koyuyorlardı bu albümde.
Badmotorfinger ile beraber gelen mainstream seviyesindeki tanınırlık sayesinde birçok festival, arena demeden ortalığı dağıtmaya girişen ekip, bu albümle beraber Grammy adaylığı ile başarılarını perçinliyordu.
Uzun turneler ve performanslardan sonra grup tekrar stüdyoya giriyor ve orta yaşlara doğru ilerleyen hayatlarının verdiği güçle daha iç hesaplaşmalı, daha ağır aksak, birazda yorgun kompozisyonlarla bezeli “Superunknown” albümünü 1994 yılında yayımlıyordu. Buu albüm Soundgarden’ın müziğinin doruk noktası olarak kabul edildi birçok mecrada. Öyle ki Badmotorfinger’ın üzerine çıkamayacağı düşünülen grup (-ki bu önyargıda mainstream başarısı ve Cornell’in dağıtmaya, hafiften crackhead birine dönüşmesi etkili olduğunu söyleyebiliriz) herkesi yanıltarak önceki albümlerinin tam zıttı bir istikamette bir üretim yapıyordu. “Spoonman”, “The Day I Tried To Live”, “Black Hole Sun”, “My Wave”, “Like Suicide”, “Fell On Black Days”, “Let Me Drown”, “Half” kısacacı albümün tamamı muhteşem şarkılardan oluşurken, rock dünyasının en çok bilinen, cover’lanan, sansasyonel bir klibe sahip ve olmazsa olmazlarından “Black Hole Sun” sayesinde gelen Grammy ile grup artık en tepededir.
Başarılı geçen turneler ve performanslara rağmen grubun içinde bazı sorunlar baş göstermeye başladı. Chris Cornell’in kafası iyiden iyiye uyuşturucuya odanklanırken, Kim Thayil ve Ben Shepherd ise popülerliğin kendilerini yok ettiğini bas bas bağırmakla meşgulken Matt Cameron ise Pearl Jam’le takılmaya başlamıştır. Sıkıntılı süreçlere rağmen son defa ayağa kalkıp Down On The Upside albümünü yayımlıyorlar 1996 yılının Mayıs’ında. Bu albümle inanılmaz sert eleştirilere maruz kalan grup buna rağmen önemli liste başarısıyla karşılaşır. “Pretty Noose”, “Burden In My Hand”, “Blow Up the Outside World” gibi başarılı şarkıları içeren albüm, grubun en yumuşak ve en hüzünlü albümü olarak nitelendirilir.
Medya baskısı, fikir ayrılıkları, uyuşturucu sorunları, grunge müziğin ömrünü tamamlamaya geçmesi hepsi birden birleşince grup 1997 yılında dağılır. Şok etkisi yaratan bu durum aslında içten içe beklenilmekteydi.
Sonrasında Chris Cornell solo albüm çalışması ticari başarıyı yakalayamaz. Rage Against The Machine üyeleriyle bir araya gelip “Audioslave” grubunu kurar. Modern rock müziğin kurucuları olarak nitelendirilmelerine rağmen sürekli yaşanan zıtlıklar üyelerin önceki gruplarından bir şeyler aktarma dertleri, Chris Cornell’in artan uyuşturucu kullanımı derken grup 2006 yılında kendini fesheder. Ancak ardında üç tane muhteşem albüm bırakır. Bu ayrılık sonrası Cornell solo çalışmalarına başlar ve yeni James Bond filmi için “You Know My Name” şarkısı ben daha ölmedim mesajı verse de “Carry On” albümü beklenenin çok çok altında kalmıştır. Sonrasında Rnb denemeleri de olmayınca eski arkadaşlarıyla bir araya gelir ve “Telephantasm” toplamasını yayınlayarak tekrar merhaba der Soundgarden müzik dünyasına.
The Avengers filmi için yaptıkları soundtrack şarkısı “Live To Rise” ile bizleri hayal kırıklığına uğratsa da 2012 yılında yayımladıkları “King Animal” albümüyle biz ölmeyiz mesajını verdiler. Muhteşem bir albüm olmasının yanı sıra bunca yıllık aradan sonra böylesine başarılı bir albüm yapmaları ayrı bir efsane.
Soundgarden müziğini aslında öfkenin, punk ile heavy metalin çarpışması olarak nitelendirebiliriz. Bütün grup üyelerinin aktif biçimde her üretimde kendilerinden bir şey katarak yaptıkları çalışmaları hiç unutulmayacaktır. Belki Chris Cornell önplanda olmasına rağmen Kim Thayil gibi grunge müziğe ismini veren o sert ve kirli gitar tonlarıyla harika melodiler yazan, umursamaz tavırları ve idealistliğiyle grubun hep mastermind’i olarak kalacak olan Ben Shepherd gibi bir bas gitarist, Matt Cameron gibi caz müzik kökenli bir müzisyenin yazdığı akıl almaz davul partisyonları Soundgarden’ın bu kadar başarılı olmasındaki en büyük etkenler.
Birçoğumuzun gençlik aşkı, birçoğumuzun sert ve öfkeli duruşunun soundtrack’ı, başka bir çoğumuzun ise grunge müziğine olan sevgisinin daha da artmasındaki markadır Soundgarden. Evet farklı duruşları boğucu atmosferleri, sürekli dertli ve sorunlu olmalarını müzikleriyle anlatarak ifade eden üyelere sahip bir oluşum ama dile getirdiğim altı muhteşem albümün hatta grunge müziğine anlam katan yön veren bir ekoldür Soundgarden.