Fotoğraflar: Mavisu Kahya
Eski ve büyük bir aileden gelen İbrahim Maalouf; tarihsel roman, makale ve opera librettolarıyla bilinen ödüllü yazar Amin Maalouf’un da yeğeni. Babası Nassim Maalouf ise kendisi gibi trompetçi… 1960’larda geleneksel trompetten bir fazla, yani dört sübapa sahip bir trompet yapar. İcat ettiği bu tür trompeti kullanan İbrahim Maalouf artık beş albümü olan, tanınmış, genç bir besteci. Diasporas, Diachronism, Diagnostic ve Wind, 2013 tarihli Illusions albümünden öncekiler. Kendisi hem okullu hem alaylı sayılabilir; trompetçi babasıyla erken yaşta kariyerine başlamış. Tarzını derin bir senteze oturtmuş görünüyor. 2012’de yayımladığı Wind ile Fransa ve Belçika listelerinde önemli başarı yakalamış. En çok ilgi gören şarkısı da Diagnostic’ten Beirut denebilir.
Ahmed Adnan Saygun Sanat Merkezi’ndeyiz. İlk zamanlarda mozeleyi andırıyor ve keşke köşedeki tarihi binalarla uyumlu olsaydı diye, “mermerden bir pasta gibi” orta yere dikildiğini düşünerek, belki haksızlık ettiğimiz bu koca modern sahnede, bu gece genç İbrahim’in borusu ötüyor. Türkiye turnesinin son konserinde yakaladığımız İbrahim Maalouf “Merak edenlere söyleyeyim Türk değilim, Lübnanlı’yım ancak hayatım Fransa’da” diyor; “Aslında klasik müzik için daha uygun gibi görünüyor”. Şöyle bir göz gezdirip “bakalım bu ciddi salonda neler yapabileceğiz” dercesine, muzur bir ifadeyle birbiri ardına numaralarını gösteriyor. Evet o sade bir müzisyen değil.
Duygularla son raddeye kadar yüklenmiş bir müziği var. Ama muzipliği bir an bile bıraktığını sanmayın. Ah Maalouf tek isteğim “Oh la la monsieur si c’etait le jarden du centre culturale français!” diye bağırabilmekti, öyle olsa ne dans ederdik ama! Beirut’u salona söyletip, akabinde, “sonu hard rock olarak bitecek ona göre, hazırlanın” diyor. Aman ha şarkının, ya da bestecisinin, böyle (belki de “tam bir Lübnanlı gibi”) göründüğüne bakmayın. “It’s okay, don’t worry” diye bağırasınız geliyor. Ama hakkını vermek lazım. “Az arabesk yapar gibiydiniz nesi rock” demeden önce, yeniden düşünüyorum da, hiç değilse bateristin hakkını vermeli.
Belçikalı Stéphane Galland, üç yaşında davulun başına geçen, dokuz yaşında konservatuvara giren bir müzisyen. O kadar güçlü, keyif alarak, duygulu çalıyor ki. Eşliklerinde veya toparladığı, birleştirdiği yerlerde, kendine ait o gümbür gümbür özerk alanlarında pek tabii muhteşemdi. Aksatmasalar gerçekten hatırımız kalırdı. Aklıma düşmüştü “acaba dokuz sekizlik filan da çalacak mı” diye. Sonlara doğru güzel ataklarını esirgemediği bir bölümü az daha kalkıp oynamaya sebep olacak çekicilikteydi; fakat alabildiğine progresif, enfes aksak ritmle kurulu…
Dinleyici duygular arasında mekik dokuyor. Trompet üçlüsü imdada yetişen neşeli yankılarıyla, geri vokal gibi Maalouf’a laf yetiştirdi. Onun sözünü dinledi, karşılık verdi: Youenn Le Cam, Yann Martin ve Martin Saccardy. İşte bu beyler, dahası kulis önünde oynadılar! Arada onlara katılan Maalouf, yerinde duramadığı gibi konuşmaktan da kendini alamıyor. Röportaj izlemiş kadar olduk. Türler arası, çağlar ve coğrafyalar arası köprülerden geçtiğimiz şenlikli yolculukta elektro bası ile Laurent David ve klavyede Frank Woeste bizimle birlikte… Maaluf kayıt ve konserlerin (baterist Galland hariç)aynı ekiple gerçekleşmesini önemsiyor.
Biz bu kadar caz dinler miydik diyorum, köşeyi dönünce gamlı bir geçiş, bir aksak ritm. Türk dinleyicisini cezbetmesi aslında gayet anlaşılabilir. Gerek rock gerekse caz anlamında sert kısımlardan kesinlikle yoksun değil. Açık seçik cümleleri. Duyabiliyorsunuz söylediğini, anlatının aldığı yolu farketmek, hisse kapılmak öylesine kolay ki. İfadeleri çok güçlü. Hemen, tonu tanıdık bir hal alıyor. Yakalayan melodiler söz konusu ancak öyle uçuk kaçık kısımlar takip ediyor ki ağız burun kıvıramazsınız! Zaten seyirci tamamen kendisini müziğin ellerine bırakıyor.
Hikayelerine başlarken, Fransızca mı İngilizce mi konuşsam diye bile soracak kadar izleyeniyle ilgili. Soruveriyor: şarkıyı kimler biliyor? Kalabalığa hayret ediyor, “Anlaşıldı 15 tane albüm satıldığına göre hepiniz youtube’dan dinliyorsunuz!” ve utangaç sesler çıkaran seyirciye “tamam tamam peki” diyor. Eskiden kimi konserin çıkışında satış masası olur, oradan albüm alır, imzalatırdık. Keşke. Albümünün büyük kısmını seslendiren genç besteci, eserinin edinilmesini fazlasıyla hakediyor. Ne bakımdan sizi çekerse, sentez oluşu, doğulu yanı veya batılı yanı ile etkileyici. Enstrümantal, neşeli, hüzünlü, virtüözite içeren, aksak… Hepsi bu ilginç ve sihirli karışımda bulunan sıfatlar.
İbrahim Maalouf ile birlikte ıslık çalıp ve şarkıyı söylüyor mesela bütün salon. Neredeyse eşlik ettirme takıntısı var diyebiliriz. Mikrofonu almış konuşurken içtenlikle “birileri” dedi, sonra “herkes” dedi. Gülüşmelerden sonra annesi olduğunu itiraf etti bahsedeceği kişinin: çok konuşuyorsun, diyormuş. Az konuşacağını söylese de o bir hikayeci, ki besteleriyle de ekibiyle de yaptığı, belli ki onları anlatmak.
Popüler parçası Beirut, gerçekten Beyrut’un sokaklarında, ortaya çıktığını, 12 yaşında ilk kez Beyrut’a gittiğinde onu yazdığını öğreniyor.Suriye’dekine üç aşağı beş yukarı benzer bir durumdu ve çok korkunçtu, diyor. “Medyada gördüklerimden farkı yoktu. Her şey çılgınca yerle bir olmuştu ve birkaç saat önce bombalanmış bir mahallede yürüyordum.” Duyduğu korku, içinde olduğu kırılganlık, hüzün onu çok etkilemiş. Belki ilk kez kulaklıklarında, yıkımın manzarasına eşlik eden, Led Zeppelin çalıyormuş tam o sırada. Buradaki Jimmy Page’likleri o yapacak diye gitaristini gösteriyor bu sırada: François DelPorte. Ve meşhur Beirut’a başlıyorlar. Melodiyi bilenler lütfen şarkı boyunca bizle söylesin diyor. Birkaç kere çalıyor. “Solfej bilenler için ipuçları”nı vermekten de çekinmiyor (tam olarak bu kelimelerle). Sanırım onun için çalan, yöneten, dinleyen gibi sınırlar ve kavramlar yok diyebiliriz. Hikayesi için hep birlikte yola çıkıyor, kocaman hikayenin birer ucundan onlarca kişi biraz tutuyoruz. Onu ayağa kaldırıp sanki seyrine bakıyoruz! O bir masalcı.
Gidip geldiği coğrafyaları düşününce, müziğinde tam olarak ruhunu yansıtan bir sanatçı. Çok dolaysız kuruyor düş dünyasını önünüze. Katibim bile ordaydı ansızın. Avrupai bir his, bir an sanki sahnede klarinet çalınıyor… Fasıl dinleyen, caz dinleyen, progresif rock veya klasik rock dinleyen, hatta belki R&B dinleyen veya enstrüman çalan birinin, herhangi bir müzikseverin, mutlaka tadına bakması gereken bu genç besteci, sanat dünyamıza temelli yerleşmiş ve nice projelerle yeniden karşımıza çıkacak gibi görünüyor.
Beşinci albümün turnesinde, ülkemizdeki son konserde, Türkiye’de olmaktan büyük keyif aldığını belirtiyor. Dayanamayıp bir diğer ilham kaynağını ekliyor, rüyasında gördüğü oldukça yaşlı bir adam. Çok vakti kalmadığını anlayan bu adamı yazmaya karar vermiş. Tanıdığı herkesten af dileyip, vedalaşmak yerine, herkesle barışmakta. Bu çabayı onurlandırmak için, bu besteyi yaptığını söylüyor kapanışta ve “True Sorry” için hemen trompetiyle mikrofonun başına geçiyor. Konserin alkışlarla çınlayan sonu böylece geliyor.
Nous Adorons Ibé! Trompetten Tavşan Çıkabilir!
AU PAYS d’ALICE /Alis’in Diyarında albümü, 18 Kasımda çıkan Oxmo Puccino – İbrahim Maalouf ortak çalışması, elimizdeki ilk görüntülere bakacak olursak, müzikseverlerin dikkatini çekeceğe benziyor. Bu senfonik şiir, belki sıradışı duruşu, doğa üstü çağrışımları ve koral bölümleri ile Ibé Maalouf’un besteciliğinin, ünlü kemancı Alexander Markov’un Rock Konçerto eserindekine benzer bir sihire sahip olduğunu söyleyebiliriz.