1960’da, New York’un ara mahallesi Greenwhich Village’de ufak, kırık dökük barlarda ve kulüplerde, Amerika’nın her yerinden müzisyenler gelip çoğunlukla folk olmak üzere aynı zamanda blues ve caz müzik türlerini de kendi yorumlarıyla sahneye koyuyor ve dinleyicilerin beğenisini almaya çalışıyordu. Amerikan müzik endüstrisi her zamanki gibi yaratıcı müzikten değil, ‘satan’ müzikten yana olduğu için bu müzisyenlerin büyük bir çoğunluğunun New York’un acımasız kış aylarında bile sırtlarına palto alacak paraları yoktu, çok az bir sayıları ‘başarılı’ olup bu işten profesyonel olarak para kazanma şansını yakaladı.
Benim şimdi yazacağım hikaye bu Greenwich Village müzisyenlerinden bir tanesi hakkında. 1960’larda Robert Zimmerman, henüz Bob Dylan olmadan önce müzik yapan ve sonrasında Dylan’la dostluğunu sürdürmüş ve onunla birlikte çalışmış olan Dave Van Ronk. Bununla paralel olarak anlatacağım başka bir hikaye de Coen kardeşlerin yönettiği, yeni çıkan ‘Inside Llewyn Davis’(Sen Şarkılarını Söyle) filmi. Türkiye’ye henüz film festivaller aracılığıyla ulaşmış bu filmi çoğunuzun izlemediğini varsayarak, can alıcı detayları saklayıp kısaca şöyle özetleyebilirim: 1960’lı (bu tarihin yazı sonuna kadar beyninize yer etmiş olmasını ümid ediyorum) yıllarda yukarıda bahsettiğim kırık dökük barlar ve kulüplerde çalan, gelirini sağlamaya çalışan ve zor koşullar yüzünden düpedüz hayatta kalmak için mücadele eden Llewyn Davis karakterinin hikayesi. İstemediği tür müzikleri maddi sıkıntıları yüzünden yapmak zorunda kalsa da, Llewyn bu dünya baskılarına karşı direnmeye çalışıp kendi tarzında, tek başına müzik yapmaya çalışıyor. Bu mücadelesi süresince kurduğu dostluklar ve düşmanlıklar, aldığı ve almadığı sorumluklar, çaldığı ve çalamadığı şarkılar anlatılıyor. Peki bu hikayenin Dave Van Ronk ile ne alakası var di mi? Dave Van Ronk da aynı dönemde, benzer bir yolda ilerlemiş bir müzisyen. Bu film bir belgesel değil, dolayısıyla Llewyn Davis, Dave Van Ronk’tur diyemem. Okuduğum, izlediğim ve dinlediğim kadarıyla hatta, ikisi çok uç karakterler. Davis biraz sıska, pasif ve somurtkan bir tipken, Van Ronk, güleryüzlü Obelix’e benziyor. Dave Van Ronk ve Llewyn Davis’in yaşadığı bir takım ortak olaylar var tabi, bunlar sayesinde zaten filmi Van Ronk ile ilişkilendiriyoruz. İkisi de hayatının bir döneminde denizcilik yapmış ve ikisi de Chicago’ya gidip Gate of Horn kulübüyle orada çalmak için görüşmüş. Gerçekte kulübün sahibi Albert Grossman’iken filmde Bud Grossman’dır. Bence Llewyn Davis, Dave Van Ronk’un bir düşüncesini, hayatının bir noktasını temsil ediyor. Sonuçta Van Ronk az çok tanınsa da Bob Dylan gibi dev bir isim olamamış ve hayatının bir döneminde bundan şikayetçi olmuş. Bu hikaye de, başta Van Ronk olmak üzere aynı kaderi paylaşan bütün müzisyenlerin bu şikayetini dile getirmiş.
Filmde gerçek hayatta o dönemde bulunmuş bir sürü isim var. Jim and Jean, Tom Paxton, Peter Paul and Mary, Doc Pomus, Ramblin’ Jack Elliott ve Clancy Brothers bunlardan bir kaç tanesi. 2’li ve 3’lü grupların armonilerinin çok sevildiği bu dönemde Dave Van Ronk (aynı zamanda Llewyn Davis) böyle bir grupta olmayı reddediyor. Van Ronk tek başına müzik kariyerine caz gitarı ile başlayıp yavaş yavaş blues ve folk müziğe kayıyor. Kendi besteleri az, asıl yeteneği zaten eski, unutulmaya terkedilmiş şarkıları alıp, onları evirip çevirip Ronk’laştırması. Bunu da hakkını vererek yaptığını, ‘House of the Rising Sun‘ şarkısının cover’ını kendisi yaptıktan sonra Bob Dylan’ın izinsiz bir şekilde bu cover’ı albümüne kaydetmesi ile görüyoruz. Dylan’ın versiyonunun güzelliğini hepimiz biliyoruz ama Van Ronk’un esnek sesi, fısıldamaları ve ani yükselişleri ile Dylan’ın güzel versiyonunun neden o kadar güzel olduğunu anlıyoruz. Joan Baez’in söylediğine göre, ‘Çok kötü dişleri vardı, ama çok şaşırtıcı bir ses çeşitliliğine sahipti. Derin homurtuların yanında ufak tatlı notaları da vardı. Blues söyleyen binlerce kişi biliyorum ama çoğu iyi söyleyemiyor. Dave Van Ronk söylüyor’.
Coen kardeşlerinin Amerikan müziğine karşı ilgisi ve acımasız/gerçekçi tarzları ile ortaya çıkan film o dönemin havasını oldukça güzel yansıtıyor. Pop müziğin folk ve blues ile nasıl içe içe geçtiğini ve folk müziğin ‘otantikliği’ni anlatıyor. Folk müziği o dönemde, o barlar sayesinde tekrar canlanıyor. İnsanlar, sıradan yaşamları arasında gidip o kırık dökük barlarda bir takım güzel sesli insanın bu duygusal folk şarkılarını söylemesini dinliyor. Otantiklik bundan mı geliyor acaba? Film, otantik terimini açık bir kapı olarak bırakıyor bize. İnsanlar gerçekten bu müziklere olan sevgileri yüzünden mi söylüyorlar bu şarkıları, para kazanmak için mi, kendilerine bir kimlik oluşturmak için mi yoksa insanların bir şekilde dinlediği için mi?