Bu grubu ilk gördüğümde, henüz daha dinlemeden, sadece gördüğümde, ilk olarak isminden dolayı dikkatimi çekti. Türkçe’de bildiğimiz boz ayı anlamına gelen Grizzly Bear, köpeklerden sonra en çok sevdiğim hayvan olmasından müteakip (müteakip ne demekse…) derhal kendini dinletti, iyi de etti, en az isimleri kadar güzel şarkıları olan bir grupla karşı karşıyaydım.
Boz ayılarının yaşam yerlerinden biri olan Kuzey Amerika’da kurulan grubumuz, Brooklyn, New York çıkışlı olup, 2002’de kurulmuştur. Indie-alternatif rock şeklinde tanımlamanın doğru olacağına inandığım bu güzel abiler, günümüze kadar dört adet stüdyo albümüyle birlikte, sayısız ep ve single’ı yayımlanmıştır.
Ben de, bu naif ve zarif grubu, müziği bir inci gibi işleyip, derin sözlerle süsleyen bu çocukları elimden geldiğince sizlere anlatmaya çalışacağım. Stüdyo albümleri ile karşınızdayım:
Horn Of Plenty (2004)
“Let the others do what they do, I will hold on, hold on, hold on…”
Müzik yapmak için bir araya gelmiş bu toy gençlerin ilk albümleri, birçok büyük addedilen grubun bir diskografi boyunca kazanamadıkları başarıyı kazanmıştır benim nezdimde. Albümün kapağı, altta görebileceğiniz gibi (ya da üstte, editör abi nereye koyarsa) çizimli, sanatlı bir eser. Yemin ediyorum psikoloijk test gibi kapak. Ağzını kocaman açmış bir kurt da görüyorum bazen, hüzünlü bakan ve kaşları oldukça kalın olan bir kadın da. Siz değişik bir şey görürseniz altta üstte ismim yazıyor, buldurun beni söyleyin.
Ahenkli müziği, basit ve vurucu sözleri ile Deep Sea Diver ile başlayan albüm, yerel ezgilerle deneysel bir çalışma yapılmış olan Disappearing Act ile devam ediyor. Eavesdropping de albümün öne çıkan şarkılarından.
Fakat 2 dakika 25 saniyelik olan kayıt Service Bell, şüphesiz ki bizlere geceleri dinleyelim ve ölelim, bitince doğalım, tekrar dinleyip tekrar tekrar ölelim diye gönderilmiştir(Horn Of Plenty 1.13). Tanımayanlar için Björk’ün solistine benzeyen sesi ile Feist’in vokaliyle desteklediği şarkı, keşke 2 dakika değil de 20 dakika olsa da sabaha kadar ölsek dedittiriyor. Buyrunuz efendim:
Yellow House (2006)
“I want you to know, when I look in your eyes, with every blow, comes another lie…”
Grizzly Bear’ın, kısa sözlere sahip ve melodinin öneminin ağırlıkta tutulduğu 2. Albümü birçok önemli müzik dergisi tarafından yılın en iyi albümleri arasında gösterilmiştir. Bakalım siz de onlara hak verecek misiniz?
Genellikle sakin olan albümde öne çıkan şarkılar, ninni anlamına gelen “lullaby” kelimesi ve anlamını herkesin bildiğini tahmin ettiğim “bye” kelimesinin birleşimiyle meydana gelen Lullabye, ile başlar benim için. Daha sonra sevmesi zor, ancak sevdikten sonra bırakması daha zor olan Central and Remote ile devam eder, ismi yine müthiş olan On a Neck, On a Spit ile bitiririm bu konuyu.
Ve elbette, albümüzün yıldızı olan parçaya gelecek olursak, hiç şüphesiz ki bu Knife’dır. Bizi kesmek isteyen bu bıçaktan kaçmak için ancak, Morrissey gibi annemize sığınırız. Buyrunuz:
Veckatimest (2009)
“I want you to know, what I did I did.”
Her albümde kendini biraz daha geliştiren grup, tek kelimeyle mükemmel bir albüm sundu bize. Asla eskimeyen eskimeyecek bu albümde, birbirinden güzel kayıtlar bulunuyor.
Albümün son şarkısından başlamak istiyorum, zira neresinde olursa olsun, albümün en iyilerinden: Foreground. Çok hafif bir müzik üzerine yerleştirilmiş yürek burkan kelimeler bütünü. Vokalin doğru yerlerde verdiği vurgular, kalbinizin en yanlış yerinde çeşitli sızılar oluşturabilecek nitelikte. Deneysel olarak nitelendirebileceğimiz While You Wait For The Others, yine albümün öne çıkan şarkılarından, ben kişisel olarak çok tutmadım, ama tutulan ve sevilen bir şarkı. Ve tabii ki, halihazırda Grizzly Bear’ın en çok bilinen ve sevilen şarkısı Two Weeks de bu albümde yer alıyor, gruptan alıştığımız şekilde hafif ve hüzünlü değil, hareketli bir kayıt.
Ancak her kim ne derse desin, her kim ne severse desin, bana kalırsa Grizzly Bear’ın en güzel şarkısı, en hüzünlü, en güzel sözlere, en iyi müziğine, en iyi vokal performansına sahip şarkısı Ready, Able’dır. Buyrunuz.
“By the look on your face, the burden’s on your back, and the sun is in your eyes…”
Bir önceki albümde, grup hakkında, her albümde kendilerini geliştirdiklerini söylemiştim. Görüyorum ve arttırıyorum arkadaşlar. Eğer bu adamlar her albümde kendilerini eşit oranda geliştirselerdi, 2012’de çıkan bu albüm, bunların 50. Albümü falan olmalıydı. Çünkü o kadar iyi ki, oldukça tatmin edici olan Vecktimest’den kat kat daha iyi. Tüm zamanların en iyi albümleri listesine girebilecek kadar iyi, abartmıyorum.
Albüm Sleeping Ute ile başlıyor. Kesinlikle daha önce dinlediğiniz hiçbir şarkıya benzemeyen, kolaylıkla n-evi şahsına münasır diyebileceğim bir şarkı.(fakat bugün iyi Osmanlıca yaptı). Müthiş bir melodiyle girip, sizi daha ilk 10 saniyesinden yakalayan Yet Again’i anmadan bu albümü incelemiş sayılmam. Canımız ciğerimiz, sevdiğimiz radyocu, Radyo Eksen’in olmazsa olmazlarından İrem Cana Berkel’den az dinlemedik bunu. Korknuç bir tekdüzeliği olmasına rağmen, hatta sanırım bu yüzden, nefis bir çekiciliği olan Gun-Shy da, albümün en iyilerinden.
En iyisini sona saklamış boz ayılarımız. Sun In Your Eyes, müthiş sözleri ve bilek kesmeli sözleri ile, albümün şüphesiz en iyisi. Umarım katılırsınız bana, çünkü Yet Again ile müthiş bir rekabet içinde bu şarkı (İlginç bir şekilde, Youtube’da stüdyo kaydı bulunmuyor bu şarkının, bulabildiğim en iyi canlı kayıdını attım):
Bitirirken
Açık söylemek gerekirse, son iki albümü dışında pek hakim değilim bu gruba. Bu yazıyı yazmak için 2 gün aralıksız dinledim şarkılarını. Ve diyeceğim şudur ki, hiç sıkılmadım, bıkmadım dinlemekten. Çoğu grubun diskografisini yazdıktan sonra uzun bir süre soğurum, çünkü içim dışım onlar olmuştur, bunda olmadı. Özetle, ismi, cismi, müziği, yazdığı sözler ile duru bir güzelliğe sahip bir grup bu. Dinleyin dinletin. Son olarak, hiçbir albümünde yer almayan, Twilight adlı kendisi rezil, soundtrack’leri muhteşem olan filmde kullanılmış, Slow Life’ı yollayayım size, mutluluklar.