Merhaba okuyucu, bir “geç festival yazısı” ile daha karşınızdayım. Bugünkü yazımızda bundan tamı tamına 15 gün öncesine, 10 Mayıs Pazar gününe ışınlanıp uzay-zaman sürekliliğinin sınırlarını zorlayacağız. Herkes moleküllerine tutunduysa butona basıyorum: 3, 2, 1, 0, -1, -2, -3… öhöm, geri sayıcımızda küçük bir prob… BOM!

Lem var sanırım demeye kalmadan kendimizi sarsıntılı bir yolculuk sonrası Küçükçiftlik Park‘ın önünde bulduk! Sarı zemin üzerine siyah fontla ParkFest yazısı, evet doğru yerdeyiz. Geçmişte uzun süre oyalanmak uzay-zaman bütünlüğünde kırılmalara sebep olabileceği için bir an önce sahneye yönelelim. Sahnede abla demek isteyeceğiniz bir insan, Kalben, gitar eşliğinde hikayeler anlatıyor, hatta kendisi inanamasa da arada bir gitar bile değiştiriyor!

Festivale dair merak ettiklerimden Kalben, puslu sesiyle adeta bir “bayan Ezgi’nin Günlüğü”. Çok heyecanlı, çok mahcup ama çok güçlü bir ses. Şebnem Ferah + Birsen Tezer + Sezen Aksu = Kalben desem çok abartmış olur muyum, hadi ortalamasını alayım toplamı 3’e bölüp öyle eşitleyeyim Kalben’e desem haksızlık etmiş olur muyum inanın bilmiyorum. Kendisi kıkır kıkır performansıyla festivale dair akılda kalanlardan oldu. Şarkıya girmeden önce “o şarkıya hep birlikte girdiklerinden emin olmak isteyen”, “oraya, buraya, şuraya yürünebilen bir sahnede ilk defa şarkı söyleyen” Kalben’e gitsin bu harfler eğer bu yazıyı okuyor ya da okutuluyorsa. Daha çok şarkı söylesin, biz dinleriz.

Festival alanını kolaçan ettiğim, paramı zevkle harcadığım anları anlatmaya geçmeden önce aradan Prenses Çelsi’yi çıkarayım diyorum, ne dersiniz? Chelsea Nikkel, nam’ı diğer Princess Chelsea, Yeni Zelanda’nın bağrından kopup gelmiş bir uzay pop müzik bükücüsü. Valla şu cümlede beni “uzay pop” diye bir tür olmasından çok, Yeni Zelanda‘nın Auckland‘ını bağır diye nitelendirmiş olmam ürküttü. Neyse evet toparlıyoruz, sahnede parlak kumaşlarla bezenmiş davul, klavye, sentetizerler falan arasında 3 adam belirdi öncelikle. Ortada prenses yokken henüz, bu 3 adamın prenseslere layık bir fonda adam adam takılıyor olması komiğime gitti önce ama sonra hepsinin Nebula desenli t-shirtler giydiğini farkettim, adamlar ve fon arasındaki kontrast yavaşça azaldı. Zaten kısa zaman sonra da Princess Chelsea teşrif etti sahneye. Ara ara çok sevdiğim CocoRosie’yi andırsa da yaptıkları müzik, sahnedekilerle aramda kafa farkı vardı, ben müziğin içine çok giremedim. Ama yine de “The Cigarette Duet” gayet keyifli bir şarkı ve canlı dinlemek de güzeldi. Tamam Princess Chelsea da bitti.

Şimdi festival alanında bi’ tur atalım. Valla et severler, ve kazara Amerika’ya falan gidip beef jerky yemiş ve sevmiş olanlar için festival kadar önemli bir haberim var, Zulu Beef Jerky festival alanındaydı ve etimizi çerez niyetine bira yanında götürebileceğimizi müjdeliyordu artık. Ondan başka, güzel hamburgerci, şişede hazır kokteylci, tasarım pazarında envai çeşit el emekçisi ve ne alaka bilmiyorum ama “iyv roşe” vardı festival alanında kozmetik ürünleriyle. Küçükçiftlik Park’ın üzerine iyice siniyor artık festival havaları ve ben evimde gibi rahat hissediyorum. Bir tek dileğim var, oturma yerleri artsın biraz mutlu olayım yeter. Konserler sırasında farketmiyor vücut ama eve dönüş yolunda boyun, bel ve bacaklar uzun süre oturmamış olmanın intikamını alıyor bünyeden. Neyse evet tamam, karnımızı falan da doyurduğumuza göre artık, çünkü aç açına zaman yolculuğu yapılmaz, yavaş yavaş bekleme salonundaki yerlerimizi alalım Kadebostany’e uçuşumuz için…

Öncelikle belirteyim, benim ParkFest’de bulunma sebebim The Do idi. Ancak festivalde yer alacak diğer grupları gözden geçirirken, Kadebostany için yazılmış olan şeyler baya ilgimi çekti. Dedim ki, hiç izlemeyeyim, hiç dinlemeyeyim, ilk defa canlı bir şekilde ParkFest’de izleyeyim. 26 yaşıma kadar Kadebostany dinlemeden gelmişim zaten dedim, birkaç günden daha ne çıkar… İyi ki de öyle demişim, öyle muhteşem bir sürpriz oldu ki Kadebostany benim için, anlatamam. O yüzden The Do performansına geçiyorum.

Evet The Do Fransa-Finlandiya ortak üretimi şahane bir grup. Tamam şaka, Kadebostany’den devam edelim. Öyle bir ülke ki Kadebostany, ParkFest süresince Türkiye’yle sınır komşusu olmalarından gurur duydum. Öyle bir müzik ki yaptıkları, ne sınır kaldı ne pasaport kontrol, hep beraber iltica ettik Kadebostany’e… Sahneyi fethettiler yaptıkları müzikle. Vokal Amina, dansları, bakışları ve sesiyle içimize işledi Kadebostany marşlarını. Aslında sadece içimize işlemekle kalmadı, ritmi iskeletinin her noktasında hissettiğini de gösterdi bize. “Sahnedeki sadece bir müzik grubu olamaz evet, bu bir ülke olmalı!” dedirtti. Coşku açısından Woodkid’in Küçükçiftlik Park’daki konserini anımsattı bana Kadebostany. Trombon ve saksafon iki aşık gibi atışırken Amina’nın baleden hiphopa uzanan dansları, jazz’dan R&B’ye uzayan vokalleri ve Kadebostany’nin kurucusu Kadebostan‘ın haklı rol çalma çabalarıyla su gibi aktı konser. En az bizim kadar mest olduklarına inandım yüzlerine baktığımda selam verirlerken, sahneden gururla indiler bise bıraktıkları Crazy In Love”u seslendirdikten sonra…

 

Sırada The Do vardı. Line-up’da Kadebostany’den sonra yer almamış olsalardı, muhteşem ötesi diyebileceğim bir performans sergilediler, ancak Kadebostany’den sonra muhteşem diye nitelendirmek doğru olur kendilerini. Şekerden yapılma Indie Pop türünde müzik icra eden ikili şarkılarını ekolu davullar ve elektronik bir alt yapıyla coşturdu ve kendilerinden beklemediğim kadar çok kinetik enerjiye sebebiyet verdi Küçükçiftlik Park’da o akşam.

Solist Olivia Merilahti‘nin muhteşem sesi ön plandaydı, öyle ki böylesine kusursuz bir sesin var olmasına şaşırdım ben konser boyunca. Kırmızı pijamalarıyla adeta Kill Bill level 2‘ydi hanım kızımız. A Mess Like This, Keep Your Lips Sealed, Sparks, On My Shoulders, Slippery Shoes, Going Through Walls ve bis’e bıraktıkları Anita No! aklımda kalanlar. Bana neredeyse bütün setlisti yazdıracak kadar güzeldi şarkı seçimleri ama ben konser boyunca elimde kameram “Stay Just a Little Bit More”u söylemelerini bekledim. Baştan sona kaydedecektim. Ama çalmadılar, bırak çalmamayı, söylemediler de, ki buradan çalmadan söylemelerine razı olduğum sonucunu çıkarabiliriz evet. Her konserde olduğu gibi bu konserde de, bir sonraki sefere kadar içimde kalacak olan uktenin sahibi olduğuma göre artık gönül rahatlığıyla festivali sonlandırabilirdim. Atlayıp zaman makinemize günümüze dönme vakti geldi o halde.

Bana iyi geldi bu zaman yolculuğu, birkaç molekülümü Kadebostany’e, birkaçını da The Do’ya bıraktım ama helal olsun. Umarım sizin için de sarsıntısız, konforlu ve keyifli bir yolculuk olmuştur. Ege Zamanlar Arası Seyahat’i kullandığınız için teşekkür eder, iyi şimdiki zamanlar dileriz. Gelecek zamanlarda görüşmek dileğiyle!

Dipnot: Neyse ki Pazar günü festival yapmak için zaman yolculuğu yapmak zorunda değiliz aslında. Önümüzdeki pazar günü yine Küçükçiftlik’de, bu sefer 1st Harvest Festival şenlendirecek Pazar günümüzü. O zamana dek, görüşmek üzere!

İşte Parkfest böyle geçti. Bu muhteşem eğlencenin parçası olan herkese çok teşekkür ederiz, seneye görüşmek üzere!

Posted by Parkfest on Thursday, May 21, 2015