Hikaye’nin kökü ‘University Collage of London’da bir oryantasyon haftasına uzanıyor. Chris Martin ve Jonny Buckland’in orda tanışarak Coldplay efsanesinin en birinci adımlarını atmaları, biz hayranlarına tabii ki “University Collage of London, çok yaşa!” dedirtiyor. ‘Pectoralz’ grubunda çalmaya başlayan bu iki genç yetenek, orda önce Guy Berryman’i, sonrasında da Will Champion’u aralarına katarak ‘Starfish’ isimli grupla Coldplay’in tohumunu ekiyorlar. Gitarda Buckland, bateride Champion, basta Berryman ve mikrofonda Martin ile grup, Camden’da çıktıkları ufak gece kulübünde ilk hayran kitlelerini oluşturarak mutluluğu buluyorlar.
E ‘Starfish’ dedik, ne ara, nasıl ‘Coldplay’ oldu bunlar? Bu noktada o zamanlar Keane’in basçısı ve piyanisti, Chris Martin’in de roomie’si, Tim Rice-Oxley giriyor devreye. Tim o zamanlar ‘Coldplay’ isimli bir grupta çalarken bunlar isimlerini fazla depresif bulup yeni isim arayışına giriyorlar. Böyle olunca Tim Martin’e, isterseniz isim sizin olabilir, bizim için nema problema demiş bizimkiler de konmuş isme. Kondukları gibi de ismi zirveye taşımakta geç kalmamışlar tabii ki.
Safety ‘EP’, 1998
3 parçadan oluşan bu ilk EP’leri ile Coldplay, Fierce Panda Records tarafından sözleşme altına alınıyor. Alınmasa ayıp olurmuş zaten, zira adamların ilk şarkısından belli içlerinde cevherler yattığı. Neyden mi bahsediyorum? ‘Bigger Stronger’dan tabii ki. İnanmıyorsanız buyrun dinleyin.
Brothers & Sisters ‘EP’, 1999
4 gün stüdyo kafası yaşamaca ve sonuç yine başarı dolu. Coldplay olmak böyle bir şeymiş demek ki. 4 günde kaydı tamamlanan ‘Brothers & Sisters’, ‘Safety’ ve’ The Blue Room’ EP’leri ile birlikte grubun İngiltere sınırlarını aşıp sesini Avrupa’ya duyurmasını sağlar. ‘Easy to Please’in derinliğiyle, ‘Only Superstition’ın baterisiyle Coldplay, o zamanlar küçük olan dünyasına çekmeyi başarıyor bizi. Başarı göstergesi bunlar anacım, vallahi öyle.
The Blue Room ‘EP’, 1999
Burnumuza bir şey mi geliyor? Evet evet, çıkış albümünün ilk kokuları bunlar! ‘Don’t Panic’, ‘See You Soon’ ve ‘High Speed’in ilk halleri çıkıyor karşımıza. Burada yorumlarımı ‘Parachutes’ başlığına saklıyorum. Sadece çıkış albümünün ilk kokuları değil tabii ki, çıkarmış oldukları ilk EP’lerinin öne çıkan parçalarını da görüyoruz tekrar. Ha bi de, bu EP kaydı sırasında grup içi tartışma çıkıyor ve Martin, Champion’u gruptan atıyor. Attıktan kısa bir süre sonra geri alsa da bu, beraberinde grup içinde kurallar koyma geleneğini getiriyor:
Kural 1: Kazançlar paylaşılacak aga.
Kural 2: Uyuşturucu kullanan gruptan atılır.
Düzeni de kurduğumuza göre durmak yok yola devam diyen grup, bizi çok bekletmeden o büyük patlamayla karşılıyor.
Parachutes, 2000
Parlophone tarafından Liverpool’daki Perr St. Studios’a götürülen grup, burası bize iyi geldi der ve o stüdyoda bir harika yaratır. Biz diyelim ‘Adını Parachutes koyduk’, siz diyin ‘Coldplay’in Yolu’. Harika diyorsak başarılı diyoruz, başarılı diyorsak da bu konuda ciddiyiz. Gerçek anlamda bir çıkış albümü olan Parachutes’a ait ‘Yellow’, ‘Trouble’ ve albümün adını taşıyan single ‘Parachutes’ birçok ödül aldığı gibi albümün kendisi de ödüller almakla kalmıyor, Coldplay’i ilk Grammy’sine kavuşturuyor! E şimdi böyle albüme de bu yakışır ama. O dönemde Radiohead, Oasis gibi gruplardan farklı bir soluk getiren Coldplay, sesini nihayetinde U.S.’e duyurmayı da bu albümle başarıyor. Duyurmakla kalmıyor tabi, satışlar İngiltere’deki satışları geçiyor. Ee, dinledikçe dinleyesi geliyor insanın, alan memnun veren memnun. ‘Parachutes’un klasik gitarından ‘Shiver’ın basına; ‘We Never Change’in yarattığı hüzün hissinden ‘High Speed’in yaydığı huzura… Chris Martin’imizin sesi de pastanın üstündeki vişne adeta. ‘Don’t Panic’te Chris “we live in a beautiful world” derken arkada çalan basta, ‘Trouble’da girişteki piyanoda, ‘Yellow’da sakin başlayıp birden hareketlenen müzikte kendinizi kaybetmekte özgürsünüz. Buyrun, burdan başlayabilirsiniz!
A Rush of Blood to the Head, 2001
‘Parachutes’ albümü şerefine yapılan turdan sonra yorgun düşen bir Coldplay var elimizde; tur sonrası aylarca kaleme kağıda dokunmayan, kuruduğunu düşünen bir Chris Martin. Böyle bir durumda sonuç n’olur? Tabii ki “Coldplay müziği mi bıraktı?” dedikoduları yayılmaya başlar. Neyse ki öyle bir şey gerçekleşmiyor, Martin mikrofon başında duygusallığın kitabını yazarak, Buckland ise güçlü gitarını tıngırdatarak bizi ‘In My Place’in içine hapsediyor. Nitekim bu parça, gruba 2. albüm için gerekli motivasyonu da geri getiriyor. Yine Grammy ödüllerinden nasibini alan albümün parçalarından ‘In My Place’i takiben ‘The Scientist’ ve ‘Clocks’ da birer efsane olmayı ihmal etmiyor tabii ki (hoş, albümün hepsi efsane aslında. O zaman en efsane diyelim bunlara.). ‘The Scientist’i bilmeyenimiz yoktur, eminim Coldplay birçoğumuzun kalbinde bu şarkıyla yer edinmiştir. Bazımız da ‘Wicker Park’ filminden biliyoruzdur, evet evet, o ağır duygusal sahnenin arkasına yapıştırdıkları şarkı bu işte! Neyse, her nerden biliyorsak bilelim, hepimizin ortak noktası bu şarkının duygusunu ne kadar yoğun hissedebildiğimiz yönünde. İşte aynı durum ‘Clocks’ için de geçerli. Klibini izlediğimizde Martin’in maviş gözlerinden okuyabiliyoruz resmen şarkıyı. Adam şarkıyı yaşamakla kalmıyor, yaşadığı gibi bize yaşatmayı da eksik etmiyor. O dönemde her saat görüşümde Coldplay’in aklıma geldiğini bilirim. Adamlar etkileri altında bırakmakta ne kadar uzaysa demek ki. Sadece bu parçaları için değil, albümün genelinde bu adamların her şarkının altında yatan duyguları bize çok güçlü bir şekilde aktarabildiğini görüyoruz. Ve yine aynı adamlar, daha 20’li yaşlarının başlarında neler yapılabileceğini gösteriyorlar bize. Biz de onlara tapmaya devam ediyoruz.
Live 2003
Coldplay’in yine çok yankılanan 2. Albümü sonrası çıktıkları dünya turu pek güzel geçince, “hadi bunun şerefine bi’ albüm çıkaralım” diyorlar ve karşımıza ‘Live 2003’ü koyuyorlar. Önceki albüm ve EP’lerinin öne çıkan parçalarının derlemesi şeklinde olan albümde, bunun yanında ‘One I Love’ ve ‘Moses’ isimli iki parça da yer alıyor.
X&Y, 2005
‘Speed of Sound’, ‘Talk’, ‘Fix You’, ‘What If’… Bunlar ve bunlar gibi aşık olunası şarkılarla doldurmuş Coldplay bu albümünü de. Albümün satışlarının ilk yılında 8 milyona ulaşmasına şaşmamalı! Bu albümle artık iyice tanınan Coldplay’in; U2, Radiohead, Oasis gibi gruplarla aynı seviyeye yükselmesini de aynı şekilde açıklayabiliriz. Bu yükselişlerinin başka bir ana sebebi olarak tabii ki grubun tarzını gösterebiliriz. Tam anlamıyla rock yapmak istemeyen grup, halinden memnun bir şekilde kendi özgün tarzlarını başından beri sürdürmeye devam ediyor; “gürültünün içinde kaybolmaya ihtiyacımız yok, iyiyiz biz böyle” diyorlar. ‘Ne özgünlüğü?’ diyenlere de bu gelsin: Talk.
Viva La Vida, 2008
‘Viva La Vida’ : Yaşasın Hayat! Boşuna dememiş bu adamlar bunu, karşımıza yepyeni bir solukla çıktıklarını görünce anlıyoruz. Martin piyano başından kalkıyor, bununla beraber gitarda da eski cici özenin yerini daha dinamik bir hava alıyor. Şarkılarındaki bu yeni hareket daha bir bağlıyor insanı bu albüme. Nitekim Haziran’da çıkan albümün satışlarının Kasım’a kadar 6 milyona ulaşması da bunun göstergesi olsa gerek. “Peki nerden geliyor bu yeni soluk?” diyecek olursanız, burda cevabımız Brian Eno oluyor. Coldplay’in bu albümü yaratırkenki süreçte baş rollerden biri olan Eno, grubu asıl tarzlarından koparmadan yeni bir esintiye yönlendiriyor. Albümün ilham kaynağının ise New York sokaklarının graffitisi olduğunu söylüyor Coldplay bir röportajında. Sonuç (nasıl diyor siz ingilizler): breathtaking. Yine, yeni, yeniden Grammy’lerin ardı arkası kesilmiyor bu albümün çıkışıyla da. En öne çıkan şarkılarından olan ‘Viva La Vida’, ‘Lost!’ ve ‘Violet Hill’, albümün büyüsünü yansıtıyor adeta. Yeni esintiyi en ön planda görebildiğimiz ‘Viva La Vida’nın neden albüme adını verdiği burdan belli oluyor zaten. Şarkıda resmen Coldplay’in yeni nefesinin temsilcisi olma potansiyeli var. ‘Lost!’u açıp dinlediğimizde ise birden ayrı bi moda giresi geliyor insanın nedense. Şarkı neşeli bir şeyi konu edinmemesine rağmen insanın yüzüne bir tebessüm geliyor. “Just because I’m losing, doesn’t mean I’m lost” cümlesinin sempatikliğindendir belki. Ondan değilse de Martin’in sesinin arka fonla yarattığı über uyumdandır. Yeni tarzlarını yine çok güçlü bir şekilde yansıttıkları ‘Violet Hill’de de Martin, bu sefer “if you love me, won’t you let me know” diyerek alıyor gönlümüzü. Her türlü gönlümüz Coldplay’in yani, o konuda anlaştık galiba. O zaman “Viva Coldplay!” demekten başka bir şey düşmüyor bize sanırım.
Prospekt’s March ‘EP’, 2008
‘Viva La Vida’nın bi’ nevi uzantısı olan bu EP, birtakım remix’ler yanında ‘Glass of Water’, ‘Rainy Day’, ‘Prospekt’s March’ gibi parçaları da içeriyor. Parçaların hiçbiri ‘patlama’ yapmış olmasa da, yine de dinlenmeye değerler.
Mylo Xyloto, 2011
Fillere sempati besliyorsanız, muhtemelen sebebi bu albümün öne çıkan parçalarından olan ‘Paradise’tır. Kalbimizin derinlerinde yerini edinmeyi başaran şarkı, dinlenme rekorları kıran Coldplay – Rihanna düeti ‘Princess of China’ ile birlikte yine Eno etkilerinin sürdüğünün kanıtlarından. Kendi başına parçaları büyük başarılar yakalasa da bu başarılar maalesef kısa soluklu oluyor ve ‘Mylo Xyloto’, albüm olarak eski başarıları aratıyor. Bunun nedeni ise grubun Eno etkisinde tarzlarının özünden uzaklaşmaları mı, yoksa tarzdan ziyade şarkıların kendileriyle alakalı bi’ durum mu, bir sonraki albümleri çıkınca daha iyi değerlendirebileceğiz galiba. Yine de ‘Mylo Xyloto’; ‘Hurts Like Heaven’, ‘Charlie Brown’, ‘Major Minus’, ‘Every Teardrop Is A Waterfall’ gibi parçalarıyla onlarca ödül almayı ihmal etmiyor. Bütün parçaların ortak temasının ‘Aşk ve Bağımlılık’ olması ise Coldplay’in hala içindeki derinliklerde ‘Parachutes’ zamanındaki gençler olduklarına işaret, ki bu özelliklerini kaybetsinler istemeyiz asla. “Peki neden ‘Mylo Xyloto’ gibi bir isim koymayı tercih etmişler, anlamı neymiş ki?” diye soracak olursanız, Chris Martin birkaç kere albümün adının özel bir şey ifade etmediğini, anlamını dinleyicilerin kendilerine uygun doldurmalarını istediğini açıklıyor. Ha, bi’ de gelecek albümlerinin okunuşu bununki kadar zor olmayacakmış, onu da belirtmeyi ihmal etmiyor.
2012 Kasım’ında Coldplay, Brisbane’de verdiği bir konserde büyük performanslara 3 sene kadar ara vereceklerini açıklıyor. Bunu duyar duymaz korkuyoruz tabi, acaba bunun devamında müziği bıraktıklarına dair bir açıklama ile mi karşı karşıya kalacağız diye, ancak neyse ki akabinde Chris Martin açık ve net bir şekilde müziği bırakmadıklarını, hatta 6. albüm hazırlıklarını yaptıklarını söylüyor. İstanbul’da bi’ konser vermeden müziği bırakırlarsa ayıpları olur zaten. Nitekim kısa bir süre önce ‘Hunger Games’in ikinci filmi olan ‘Catching Fire’a ‘Atlas’ isimli soundtracki yayınlayarak gündeme bir süreliğine geri gelen Coldplay, bizleri de böylece rahatlatmış oldu. Yoksa yavaştan 6. albümün kokularını mı alıyoruz?