B
u aralar şiir ve şarkının ustaları hakkında yazmayı kendime görev edindiğimi gözlemliyorum. Galiba onların kelimeleri arasında kendime küçük bir aralık açıp üretmek güven veriyor. Bugün aramızdan ayrılmış olan ustalardan birinin doğum günü ve kendisiyle çok yakın zamanda tanışmış olmama rağmen onu kutlamak ve müzik dünyasındaki unutulmaması gereken önemini anımsatmak istiyorum. Bugün 7 Mart, Townes Van Zandt’in doğum günü.
…Kim?
Townes Van Zandt, ismini daha önce duymadıysanız şaşırmayın. Van Zandt, 10 stüdyo albümü çıkarmış olmasına rağmen ne yazık ki hayatının önemli miktarını depresyon ve alkol-madde bağımlılığı ile savaşarak geçirdiği için hakettiği üne bir türlü sahip olamamış bir country müzisyeni. Bugün Van Zandt yaşasaydı 73 yaşında olacaktı ama ne yazık ki biz ölümünün yirminci yılındayız.
Bu yazıyı yazmaya başladığımda sürekli bir şeylerin eksik olduğunu hissediyordum, sanki yazdığım konuya haksızlık ediyor, yeterince anlamıyormuşum gibi. Farkettim ki konumun hayatını, 1950’lerin Teksas’ını çok iyi biliyormuşum gibi yazmaya çalışıyordum, halbuki bildiklerim klişelerden başka bir şey değildi. Meraklandım ve Batı’nın girişi olarak bilinen Fort Worth Teksas’ın fotoğraflarına bakmaya başladım uzunca ve ne yalan söyleyeyim, gördüklerim klişelerimden uzak değildi. Upuzun ufuğa doğru sonsuzca uzanan otoyollar, trenler, arabalar, inekler… Terkedilmiş evler, fabrikalar, arabalar, inekler… Haritada Teksas’ın tamamını inceledim ve ne kadar dev bir yer olduğunu anladım. Aklımdaki bölük pörçük, kimisi film sahneleri, kimisi hikayelerden yarattığım görüntüler, gerçek bir mekana dönüşmeye, eksik taşlar yerlerine oturmaya başladı. Townes Van Zandt’in yürüdüğü yolları, gördüğü binaları, dinlediği şarkıları keşfederek onunla tanışıyordum.
Van Zandt’in depresyon ile ebedi savaşı gençlik yıllarında başladı. Zamanın doktorları tarafından manik depresif damgası vuruldu ve ailesinin onayıyla şok terapisi görmeye başladı, bu süreçte uzun süreli hafızasının büyük miktarını kaybetti. 1965’te idolleri Hank Williams, Lightnin’ Hopkins ve Bob Dylan’ın yolundan ilerlemeyi seçti ve okulu bırakıp Houston’da küçük barlarda çalmaya başladı. Bu yazı klasik bir country müzisyeninin başarı hikayesi olsaydı, bundan sonra bu küçük barlardan birinde keşfedildiğini, ilk albümünü kaydettiğini, müzik listelerinin en tepesine fırladığını, hayranlarını ve alkol-uyuşturucu-cinsellik maceralarını anlatırdım. Fakat Van Zandt’in hikayesi bu yoldan ilerlemiyor, başka bir sapaktan dönüyor, farklı dağlara tırmanıyor ve bambaşka manzaralar izliyor.
1968’de Van Zandt, Nashville’de uzun yıllar boyunca yapımcısı olacak efsanevi Cowboy Jack Clement ile tanıştı. En üretken yılları olan 1968-73 boyunca altı albüm yayınladı ve ileride en kült olacak şarkılarını dünyaya getirdi. Bu süreç, kariyerinin en yüksek noktasıydı. Birkaç büyük çaplı konser ve televizyon gösterimi yaptı. “Pancho and Lefty” şarkısı ilk Emmylou Harris sonra da Willy Nelson ve Merle Haggard tarafından kaydedildi, dünyaca tanındı. Fakat dışarıdan baktığımızda, bu başarıların mutlu ve varlıklı bir hayatı beraberinde getireceğini düşünsek de Van Zandt için hiçbir zaman durum bu olmadı. Hayatının çoğunu Amerika’nın kırsallarında kulübelerde yaşayarak geçirdi. Evlendi, boşandı, çocukları oldu, insanlar geldi, insanlar gitti ama hayatı aynı çizgiden ilerlemeye devam etti. “Heartworn Highways” filminin bir sahnesinde Townes’ın kulübesinde içki içip yüzünde kocaman bir gülümsemeyle şarkı söylediğini görüyoruz
Hayatı boyunca on tane albüm kaydetti Van Zandt ve ilginçtir ki kariyerinin en başında, 1972’de The Late, Great Townes Van Zandt, bu albümlerden biriydi, sanki yolun en başından beri en sonunu tahmin ediyor ve bu sonun ne kadar hızlı gelebileceğini öngörüyormuş gibi. Benim dinlediğin ilk Van Zandt şarkısı, “Fare Thee Well, Miss Carousel”, 1969’da yayınlanan Townes Van Zandt isimli albümden. Bir arkadaşım ile country müziği hakkında konuşuyor, şarkı değiş tokuşu yapıyorduk ve sohbetin ortalarında Van Zandt’i tanıyıp tanımadığımı sordu, tanımadığımı öğrenince ‘çok güzel günler seni bekliyor’ dedi. Haklıydı, nasıl daha önce duymamıştım ben bunu? Klasik bir folk gitarı ve üstünde Hank Williams kadar çiğ, Bob Dylan kadar sert ve Leonard Cohen kadar yumuşak bir ses.
Peş peşe, saatlerce, günlerce Van Zandt dinledim, sözlerini ezberleyene kadar, yeni müzik keşfetmenin verdiği eşsiz coşkuyla. Van Zandt country müziğinin atan en derin kalbinden geliyor. O zamanda ve ülkede babasını, öğretmenlerini, arkadaşlarını, tanıdığı herkesi bir araya getiren tek müzikti belki. 1920’lerde Amerika’nın güneyinde türemiş bir müzik türü, dolayısıyla Van Zandt ve zamanının müzisyenleri bu türün ilk çocukları diyebiliriz. Köklerini folk ve blues’tan alan country müziği, çoğu zaman Van Zandt’in durumunda olduğu gibi bir veya iki gitar, vokal ve belki bir de kemandan oluşuyor.
Kulak aşinalığımı tamamladığımda sözlerini açıp okumaya başladım. Karşımda bir şair vardı, hem de bugüne kadar duyduğum en iyilerinden. Van Zandt’i çağdaşlarından ve klasik country müziğinden ayıran da sözleri. Kendi coğrafyasına sınırlı kalmadan dünyanın her yerinden insanlara seslenen, zamansız, harika bir dil. Steve Earle’ün sürekli anlatılan bir lafı vardır. ‘Townes Van Zandt dünyadaki en iyi şarkı yazarı ve gerekirse kovboy botlarımla Bob Dylan’ın kanepesinin üstüne çıkıp bunu haykırırım’. Fakat sanırım Van Zandt’in verdiği yanıt onun keskin ironisini en doğru şekilde anlatıyor, ‘Bob Dylan’ın korumalarını gördüm, bence Steve kanepesine yaklaşamaz bile’.
Margaret Brown’un yönettiği “Be here to Love Me” belgeselini bu yazıya başlamadan önce izledim. Van Zandt’in hayatını, yakınındakiler, arkadaşları, çocukları ve yapımcıları ile konuşarak anlatıyor. Belgesel tüm okuduklarımı, baktığım fotoğrafları sanki kanıtlar gibiydi. Teksas’ın cansız renkleri, tozlu insanları, yolları ve hayatları gözümün önüne yerleştirildi. Van Zandt, hayatının tüm karmaşıklığı, psikolojik hastalıkları ve alkol ile mücadeleleri anlatılırken ekranda sürekli buruk bir gülümseme ile şarkı söylüyordu. Karanlığın tamamen hakimiyet kurduğu zamanlarda bile gülümseyen gözlere sahipti. Verdiği bir röportajda şarkılarının neden bu kadar hüzünlü olduğu sorulduğunda, ‘hüzünlü değil, olması gerektiği gibi, sence hayat hüzünlü değil mi?’ yanıtını verdi.
1972’de Van Zandt, “High, Low and In Between” albümünü çıkardı ve bu albüm hayranları tarafından en çok sevilenlerden biri oldu. Benim kişisel favorilerimden “Mr Mudd and Mr Gold” şarkısı, Van Zandt’in başka bir tutkusu olan bir poker hikayesini anlatıyor. Söylediğine göre tek oturuşta kafasını hiç kaldırmadan yazmış bu şarkıyı.
Ardından 1972’de yayınlanan “The Late, Great Townes Van Zandt” albümünde “Pancho and Lefty” ve “If I Needed You” şarkıları Van Zandt’in müzikal imzası haline geldi.
Hayatının ilerleyen zamanlarında Van Zandt mümkün olduğunca canlı konserlerine devam etmeye çalıştı, onun için müzik yapmak çocuklarına iyi bir baba olmak ile eşdeğerde önem taşıyordu. Alkol ve uyuşturucu bağımlılıkları onu ele geçirdiğinde bazen sahnede şarkı söyleyemez hale geliyordu, bu zamanlarda arkadaşları sahneye çıkıp onun için söylüyordu. 1996’da Van Zandt’in büyük hayranı olan Sonic Youth grubunun üyesi Steve Shelley, Van Zandt’in tamamlamak istediği son bir albümünün yapımcılığını üstlenmişti. Kayıt yapılması gereken günlerden birinde Van Zandt kalçası kırık, tekerlekli sandalye ile stüdyoya geldiğinde tüm çalışmalar durduruldu ve Van Zandt hastaneye kaldırıldı. Bu zamanlarda alkol bağımlılığının en zor günlerini yaşıyordu ve hastaneden ayrıldığında tekrar içmeye başladı. 1997 yılının ilk günü, 1 Ocak’ta, idolü Hank Williams’dan tam 44 yıl sonra gözlerini son defa kapattı.
Townes Van Zandt’in doğumundan 73 yıl sonra çağdaş country müziğinin gidişatı, dinleyicilerin ilgisi, Amerika’nın durumu elbette değişti ve değişmeye devam ediyor ama Van Zandt geçmişimizin, günümüzün ve geleceğimizin müziğinde yaşamaya devam ediyor.
The mountain moon
Forever sets too soon
Being alone
Is all the hills can do
Alone and then
Her silver sails again
And they will follow in
Their flyin’ shoes